Tüm bu "bubbly episot"lardan vazgeçip kendimi sosyal medyada aşık atmalara bırakmaya tek cündebaz yazısı kala; hâlâ hayatımda süregelen kimi değişimlerle inatlaşmam gibi, buna da ayak diremenin fayda etmeyeceğine kanaat getirerek sıvadım kollarımı.
Evet, bubbly episotlar mühim, en nihayetinde dünyevi gizemleri çözmek birincil amacımız olmasa da, şu proje işinden alnımızın akıyla çıkmak niyetini tutturmuşuz, peki ya bendeki bubbly episotlar?
Böyle anlamsız şişmeler, sonrasında "investor sentiment"e dayalı patlamalarla oluşan mesnetsiz dalgalanmalar? Yok GSMH datası değil bahsettiğim, duygularım desem insanlar beni ne kadar ciddiye alırlar?
Gitmek istiyorum, gidip sormak bazen, ne paylaştık biz diye.
Sen uzun parmaklarınla soru çözdün, ben hatalarını buldum, güldük.
Bir optimistic equilibriumdan diğerine, salındık gittik.
Tuesday, April 24, 2012
Thursday, April 5, 2012
17.29 05.04.2012
Woody Allen'ın "yapmak ve yaşamak istedikleri"yle yetenekleri arasında kalmış, bu arafı da Avrupai-ilham perileriyle bulanıklaştıranlara değindiği filmler bütününün en yenisi Midnight in Paris'te Gil Bender, her geceyarısı sanatsal kahramanlarıyla buluşur.
Hem de ne buluşma, Gertrude Stein'a roman taslağının eleştirisini yaptıracak, Luis Bunuel'e "The Exterminating Angel" anafikrini aşılayacak, Pablo Picasso ve Ernest Hemingway'in ellerinden 'kadınlarını' alacak kadar.
Film her ne kadar günümüz nevrotik sanatçısının gerçekten kaçışı -ki zaten gerçeği, hayatı olduğu gibi kabul etmemeleri, onları birer 'sanatçı' konumuna taşır- geçmişe duyulan özleme bağlasa da, bu ilişkinin mutualist bir form aldığı aşikar. Zira her geceyarısı o arabaya binip Scott Fitzgerald'la buluşan Gil'e inanıyorsak; aynı "zaman makinesinden" (ki bu 1950 model bir arabadan ziyade bir roman, bir tablo olabilir) Gil'e, sana bana, 2011'e, Valium'un "the pill of the future" olarak adlandırıldığı zamanlara ulaşacak nice sanatçıyı göz ardı etmemiz büyük bir oksimoron. Geçmişe gidebilmek zor; geleceğe taşınabilmek ondan da güç.
Biz arabalara binip Mişkin'in dar St.Petersburg sokaklarındaki bulanık heyulasına gidemiyoruz; ama o kesinlikle bize ulaşabiliyor. Allah bilir, daha başka kimlere ulaşabilecek.
Koğuştan çıkıp etrafı kolaçan ederken "elbise bedenini hatırlarken başka şeyleri unutan" Parti üyelerini gören Kostoglotov getirecek bize o belki de her şeyin temeli olan beyaz kolalı gömleği, biz gidemeyeceğiz zira.
Sonra düşündüm, kendi alçakgönüllü hayatımın hangi parçası Gil Bender benim için? Çanlar 12yi çaldığında, o meş'um otomobil benim için geldiğinde, hangi "dinner party"den psikolojik olarak ayrılmam namümkün olacak? O odanın içinde kimlerle kapalı kalmayı yeğleyeceğim?
En iyi cevap, yanımda taşıdığım, "aah yalnız başına oralarda ne yapacaksın" sorularına açık yüreklilikle "yalnız değilim ki" tepkisini verdirten dostlarımda gizli.
Oğuz Atay, Sabahattin Ali, George Orwell, Hermann Hesse, Kazuo Ishiguro, Hanif Kureishi. ve tabi, gerçekliğin o katı "bagaj kuralı"na takılıp arkada bıraktıklarım, dostlarım. Hangi "kapana kısılma" anlamlı Yusuf Atılgansız, Dostoyevskisiz, Tezer Özlü olmadan?
En yakınım, Oğuzcuğum Atay, Korkuyu Beklerken'i şu naif cümleyle bitiriyor.
"Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?"
Geliyoruz, gelmekteyiz, hep bir gelmek halindeyiz, Selimle Turgutla Hikmetle, saatler tam on ikiyi çaldığında.
Ama sen, sen hiç gitmedin ki gelesin; hep buradaydın; bir gözyaşı tanesinde, aşkın imlasızlığında, "sevmiyorsevseydi"lerde, tehlikeli oyunlarda, korkuyu beklemelerde.
Biz ise mütemadiyen gelmelerde; ama bir türlü, ulaşamamakta, yetinememekte.
Hem de ne buluşma, Gertrude Stein'a roman taslağının eleştirisini yaptıracak, Luis Bunuel'e "The Exterminating Angel" anafikrini aşılayacak, Pablo Picasso ve Ernest Hemingway'in ellerinden 'kadınlarını' alacak kadar.
Film her ne kadar günümüz nevrotik sanatçısının gerçekten kaçışı -ki zaten gerçeği, hayatı olduğu gibi kabul etmemeleri, onları birer 'sanatçı' konumuna taşır- geçmişe duyulan özleme bağlasa da, bu ilişkinin mutualist bir form aldığı aşikar. Zira her geceyarısı o arabaya binip Scott Fitzgerald'la buluşan Gil'e inanıyorsak; aynı "zaman makinesinden" (ki bu 1950 model bir arabadan ziyade bir roman, bir tablo olabilir) Gil'e, sana bana, 2011'e, Valium'un "the pill of the future" olarak adlandırıldığı zamanlara ulaşacak nice sanatçıyı göz ardı etmemiz büyük bir oksimoron. Geçmişe gidebilmek zor; geleceğe taşınabilmek ondan da güç.
Biz arabalara binip Mişkin'in dar St.Petersburg sokaklarındaki bulanık heyulasına gidemiyoruz; ama o kesinlikle bize ulaşabiliyor. Allah bilir, daha başka kimlere ulaşabilecek.
Koğuştan çıkıp etrafı kolaçan ederken "elbise bedenini hatırlarken başka şeyleri unutan" Parti üyelerini gören Kostoglotov getirecek bize o belki de her şeyin temeli olan beyaz kolalı gömleği, biz gidemeyeceğiz zira.
Sonra düşündüm, kendi alçakgönüllü hayatımın hangi parçası Gil Bender benim için? Çanlar 12yi çaldığında, o meş'um otomobil benim için geldiğinde, hangi "dinner party"den psikolojik olarak ayrılmam namümkün olacak? O odanın içinde kimlerle kapalı kalmayı yeğleyeceğim?
En iyi cevap, yanımda taşıdığım, "aah yalnız başına oralarda ne yapacaksın" sorularına açık yüreklilikle "yalnız değilim ki" tepkisini verdirten dostlarımda gizli.
Oğuz Atay, Sabahattin Ali, George Orwell, Hermann Hesse, Kazuo Ishiguro, Hanif Kureishi. ve tabi, gerçekliğin o katı "bagaj kuralı"na takılıp arkada bıraktıklarım, dostlarım. Hangi "kapana kısılma" anlamlı Yusuf Atılgansız, Dostoyevskisiz, Tezer Özlü olmadan?
En yakınım, Oğuzcuğum Atay, Korkuyu Beklerken'i şu naif cümleyle bitiriyor.
"Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?"
Geliyoruz, gelmekteyiz, hep bir gelmek halindeyiz, Selimle Turgutla Hikmetle, saatler tam on ikiyi çaldığında.
Ama sen, sen hiç gitmedin ki gelesin; hep buradaydın; bir gözyaşı tanesinde, aşkın imlasızlığında, "sevmiyorsevseydi"lerde, tehlikeli oyunlarda, korkuyu beklemelerde.
Biz ise mütemadiyen gelmelerde; ama bir türlü, ulaşamamakta, yetinememekte.
Subscribe to:
Posts (Atom)