Tuesday, April 27, 2010

Benim Ülkemin Koyunları Bile Diğer Koyunlardan Farklı Bakıyor

Dün (27.04.2010) sıkılayazdığım herhangi bir dersin (POLS 240) herhangi bir hocası (Nilgün Fehim Kennedy) popülasyondaki tek oflayarak mütemadiyen telefonun ekranına bakanın ben olmadığımı anlamış olacak ki, "bu dersi nasıl ilginç kılabiliriz" minvalli bir "öğrencilerle interaktif Darwinist ders evrimi" projesine imza attı.
Tabi oluşan Brianstorm öyle şimşeklerin havalarda uçuştuğu cinsten değildi, daha çok, zaten bu dersten önce sosyal projelerde kendisini göstermiş, dönem bittikten sonra da aynı sosyal projelerde bir statüden diğerine koşuşturmakta hiçbir beis görmeyecek olan kız konuştu (M.) Geri kalanımız, yine oflayarak ve kimi zaman klişeleşmiş yaşamımıza bir nebze melodi katmak için puflayarak saatlerimize biraz daha hunharca baktık, önümüzdeki kağıda kalemimizi daha sert bastırarak yaptık çizimimizi, ve ben biraz daha fazla eğilerek okudum Nietzsche'yi. (İlgilenenler için not: hayır, henüz ağlamıyor)
Hayır, konu modernleşmeyse eğer, ki öyle, gecekondu settlements are considered to be ile başlayan uzun soluklu cümleler yerine (ki çoğu Kemal Karpat-Şerif Mardin- Mübeccel Kıray ekseninde mayoz bölünen tümcelerdir bunlar, yenilik getirmek yerine bibliografyayı ağırlaştıran) şunu söylemeli bir insan:
"Bir şehrin modernliği, kitap okunabilecek mecraların çokluğuyla doğru orantılıdır"

Yok hayır, durun, ben elim bir yanlış anlaşılma sonucu Cumhuriyet'e transfer olanlardan değilim, sadece bugün, dolmuşta giderken düşündüm bunu.
Aslında her şey çok sıradan başladı, öne 1 kişi uzattım, 15 kuruş da olsa para üstünü ısrarlıca ve isteklice bekledim ki gelen bozuklukları cüzdanıma atsam Ankara İdari Müdürlüğü'ne "çağır gelsin" bile dedirtilecekti bizzati hakkımda ama uğraşmadım çantamın derinliklerine sürdüm; kısacası toplu taşıma araçlarıyla olan geçmişime halel getirmeden benden beklenilen tavrı alnım ak sırtım pek sürdürdüm.
Sonra dedim ki, kitabımı açayım, iki parça bir şey okuyayım, hem de öyle bir yerde kalmışım ki Josef Breuer, Sigmund Freud'la Friedrich Nietzsche tartışıyor, öyle bir yer artık siz düşünün buna entelijans (ah tekrar kullandım bu kelimeyi ne kadar Murat Belge insanıyım aslında) mekanlarda orgazmik desek çok mu cinsel anlaşılırız acep?
Mamafih azizim, mümkünü yok okumanın. Sıradan mavi renkli bir toplu taşıma aracı bile öylesine eziyetli bir prosese sürüklemiş ki bizi, iki dakika her şeyden sıyrılıp her şeyi bilmenin olasılığı ihmal edilesi eğer böyle bir problem öss'de sorulsaydı, o derece.
Şoför sanki sürmüyor da sürüklüyor dolmuşu, motordan "ımmmph" diye sesler bile gelesi; bazen ölümlü bir insanın bir adımı tandansı yakalıyor yollarda, bazen de Michael Schumacher arkasını dönüp "parasını veremeyen üstünü alamayan var mı" diye soracakmış hissi kaplıyor aracı.
Yollar zaten kavis kavis, çukur çukur, çalışma çalışma, trafik trafik, ne Breuer ne Freud, insanın kendisini unutup dış hayatın oksijenine zor attığı bir mecra.

Böyle, istiyorum ki, bir Paris metrosu havası yakalanamaz mı EGO otobüslerinde? Bindiğin anda toplu taşıma aracından çok kütüphanedeymişçesine yuvandasın; insanların elinde dergiler, kitaplar boy boy, kimisi açmış müziğini dinliyor ama sadece kendi balonu içinde hüküm sürüyor o volyum (valium? belki), uçar gibi varıyorsun artık nereye gitmek istiyorsan; tekerlekler devir halinde, sayfalar da; camdan dışarı bakınca görüntüler artık çizgi olurken, okuduğunun etkisiyle artık kafandaki çizgiler birer görüntü.
Yoksa ne bileyim, gecekonduymuş, dinlenen arabesk müzikmiş, e iyi tamam, hoş.
Ama kitap okuyamamak, bence orada bi durulsun, düşünülsün; gelecek fall dönemine dersi açılsın, kota sorunsalı ortadan kaldırılsın, ilk sunumu ben yaparım, powerpointli hem de.

Sunday, April 18, 2010

Doktor Doktor Derdime Bir Çare

Başlıktaki oküpasyonun (ve ingilizce-türkçe karma dilimle, sizce de entelijensiyanın altın çocuğu olmuyor muyum?) normal vatandaşlara ne çağrıştırdığı ayan ve beyansa da; günlük literatürde Diddlypuff olarak da geçen Didem, benim aslında tıp bilimine bu ilgimin gerçek nedenini bilmekte zorluk çekmeyecektir.

Kahvemi aldım, annem götürdü gerçi, çayımı içiyorum, ve açık penceremin tam karşısındaki parkın bilimum alet-edevatını günlük pilates seansı olarak kullanan teyzeye selam çakıyorum.
Bi şarkı buldum, daha doğrusu Onur söyledi, onu dinlerken, artık ödevlere başlamalı, çok rahat geçmeyen gecelerimi verimli geçirmenin en güzel yolu olan akademik hayata ölesiye sardırmak yöntemini kullandıktan sonra, yatağımın üzerine adeta bayılmalıyım.

Daha sonra daha güzel şeyleri daha alacalı bulacalı yazmak üzere gideyim de, bi Erinç Yeldan ödevi, bi Fatma Taşkın projesi, bi Hakan Berument midtermü öksüz kalmasın iktisat mecralarında.

Yemek yiyemiyorum bi de buna ne demeli?
(Yaz öncesi bikini rejiminden hallice ama)

Monday, April 12, 2010

Aşkımı İtiraf Ediyorum İster Sev İster Sevme

Ezgi ya bak yine gecenin köründe kalp çalarak eğilim sorgulatıyosun bana, yapma kurbanın olayım bi de yazı yazalım Alexim geldi.
Michael Pitt de var, onu da boşlamayalım, sarı saçlarına gurban.


evet. says:
*nitekim ben çünkü ders çalışsam bile seni bırakamam ışıl
*harbi kadınsın :D

Cansın ya. Parnassus. Deep.
Noyan bu da sana gelsin bak gör insanlık oralarda mezar taşlarının boyutuyla ölçülüyorken.

Friday, April 9, 2010

Halide Edip Adıvar'ın Ölümsüz Eserinden

Saffet: "İnsan bu kadar zamandır dışarıda kalınca, kendi memleketinde bile kendini yabancı hissediyordur ha?"
Hasan: "Belki de, her yeri memleketi gibi hissediyordur."

Hasan'a buradan kocaman sevgiler. Kendisi en favori Türk dizi karakterim olma yolunda emin adımlarla ilerleyedursun, ben yarın erkenden kalkıp thought çalışacağım, sonrasında ekonometri paper proposala devam ederim, belki biraz da sunumuma bakarım.
Bi de Zeyno böyle son Osmanlı sanatı olan "mütemadiyen inkar"ı yaşatmaya gayret etmese de hepimiz derin bir nefes alsak.
O Zeyno'yu oynayan kızı (Beste Bereket) da bulan cast direktörüne alkış, sen koskoca Hasan'ın karşısına kıvır bi zıbıldağı çıkar (evet zıbıldak, tıpkısının aynısı) sonra da facebookta profiline "cast director, oh yes, im the mothafucka behind all these shit xD" yaz, espriler şakalar nükteler yap insan topluluklarında. Hay bin kunduz!
Aslında Hasan'ı oynayan evladımızın (Sarp Levendoğlu) da öyle kariyerini Oscar heykelciğiyle taçlandırmayacağı herkesçe görülen bi gerçek ama en azından bi hormona bi göze bi fiziksel yüzeysel beğeniye hitap ediyor, Zeyno'yu oynayan kız- fıs. Torpilin kuvvetli herhal arkadaşım diyesim var kendisine görürsem onu. -ki göreyazdım o MBS aktivite gecesinde ama tabi nereden bilebilirdim-

Ay evet Türk dizisi izliyorum, bi de oturup üstüne yorum yapıyorum, trop banale. (Cün bu sana gelsin, eminim özlemişsindir benim Fransızcamı)
Hayır, "x'in ölümsüz eserinden (insert a famous Turkish republic-era author name here)" tandanslı dizileri izliyorum ya, bu gidişin sonunun nereye varacağı da haritada yazmıyor ki ona göre çay molası vereyim, durup bi benzin alayım, radara yakalanmamak için türlü kıvrak hız manevralarına girişeyim, öyle ilelebete doğru yol alıyorum işte.
Ler diye de genellemeyeyim "dizileri", bi Kalp Ağrısı işte. teğam bi de Aşkımennu. Tamam dün öyle iki parmak hareketi arasında da bi ara, ama sadece bi ara, sizi temenni ederim, Yaprak Dökümü.

Springbreak artık bitmeli.

Wednesday, April 7, 2010

İskender Döner

Hayır, saatlerin 22.50yi gösterdiği çok iş yapılması gereken ama bir tanesine bile start düdüğü çalınmamış springbreak ortasında aşermiyorum. (henüz) Çayımı yeni yudumladım, yaklaşık 5 yıl önce ölebayıla dinlediğim bir parçayı arkaplana attım (Rearranged [Timbaland Remix]- Limp Bizkit feat. Bubba Sparxxx), bir yanda ders notları var diğer yanda ise Nietzsche ağlıyor. Ve hayır, bıyıkları, bizim uzun süredir teorize ettiğimiz gibi, bir sünger görevi göremiyor maalesef.

Olayın daha ilginç boyutu ise, bütün gün bayansal ağrılar yüzünden eve kapanmış olan ben, güneş batayazıp kendisini aydedeyle muhatap bile etmeden artık neresiyse yeri yuvası, oraya kilitleyince, bu ağrılar yerini bir Alex Turner hissiyatına, bir "hadi resimlere bakalım da hepsine 10 üzerinden puan verelim (sanki 8in altında alabilecekmiş gibi)" oyunbazlığına, "yağallam ne güzel de yazmış şarkıları şiirleri, dutekrar dinleyeyim" sanatsallığına, msnde çeşitli kelime oyunlarıyla, dilbaz iletilerle ilan-ı-aşk ediyorum benimle evlenir misin kutsallığına (kutsi?) bırakırken, beni de insanlara dert anlatmak zorunda bırakıyor.

Mesela henüz bizim beyilen yeni yeni konuşurken (bkz: bir ilişki başlangıcı olarak 'konuşma teklif etmek') pek müstesna, benim ona imbik imbik süzüp yolladığım indie rock parçalarına binaen msn ne dinliyorumunda hala Cengiz Kurtoğlu ve muadillerini uluorta sergilemesine rağmen en kötü anlarımda yanımda olabilmiş, kadimliğe adım adım ilerleyen arkadaşım Güllü (ajkshajkdhajkdhas buraya bile Güllü yazmam?) beni uyarmıştı, "bak kızım bu Johnny Depplerini Alex Turnerlarını cümlelerin arasına sıkıştırma, kendini tut, elinde artık yiyecek-içecek nazarına ne varsa ağzına tık, sonra gel eve bize anlat Johnny'i de Alex'i de; çocukcağızı batağının içine çekme (bkz. Bataklıkta bir gül)" demişti.

Sonrasında araya VJ Bülent, "o zaman Orhan Gencebaydan geliyor 'Beni Böyle Sev Seveceksen'" diye girmediyse de ben artık hangi ortamdaysak ama kamuya açık bir alandı orası çokesin "HÜEYT, BENİ BÖYLE KABUL EDECEK TAĞAM MI" diye gaza gelerek Güllü'ye (skljdakdjaklsdja yine Güllü dedim ya çoğacayip) arkadaşlık seçimlerini sorgulatmıştım; ama sağolsun bizim bey de peğanlayışlı çıktı ben böyle Johnny dedim Alex dedim gıkını çıkarmadı, hatta dün nickini Alex yaptı da adeta geldi yanağımdan bi makas aldı "ba ben de böyle can bi insanım da çaktırmıyorum he" dedi indirekt olarak.

Sonra konu üzerine Cün'ün "bu yaptığın nayıp, olur mu öyle" yorumu beni düşüncelere gark edince, bizim beyle sanki Ezgi'ye "kızım bağ bi offh ya Aleximin saçlarını savuruşudur beni benden alan, o burnunun eğimidir alev olup ruhumu yakan" şiiri eşliğinde gönderdiğim 3177inci fotoyu anlatıyormuşum tandansını yakaladığımızı fark ettim, hani utanmasam "ohşş ya alex gel beni kaçır bıralardan" diyecektim de zor tuttum parmaklarımı, ki en nihayetinde bizim bey de bizim bey. Ki ne kadar anlayışlı olursa olsun, olur mu öyle (ve olmak fiilini cümlede en çok kullanan kıza mansiyon ödülü olarak TDK sözlüğü veriliyor, tercihan Alex Turner tarafından)

Karar verdim, Alex Turner yok. Yani var da, içimizde yaşıyore. Dışarıya çok yansıtmamak en iyisi, en nihayetinde kırıcı olabilir, social convention'un dictate ettiği normlara uymamasıyla bize en 70-80-90lar partisinde bi ikili tadı yakalatabilir. O yüzden bir ikinci uyarıya kadar, daha az Alex Turner- en azından lafta- daha fazla ders, akademik kariyer, 4.00lı notlar. İnşallah amin.

O değil de başlıktaki ince nükteyi anlayabilene de kocaman sevgiler öptüm, thnx bye.