Thursday, August 19, 2010

My Milkshake Brings All the Boys to the Yard



- Brandon Boyd neden konserlerinde üstünü çıkarma ihtiyacını hissediyor? Hayır yani kendi çapımızca Türkiye-doğumluluğumuzca, torrent bilgimiz sınırsız internetimizce konser izlemiş insanlarız; onun gibi meyilli insan görmedik yeminlen. Hayır yani, neden? Şimdi hiç çok terliyorum, hareket ediyorum martavalı okumasın. (martaval okumayı "read story" olarak çeviren Google Translate'e I Kiss You Mahir) Bildiğin o süt gibi teni, o göbeksiz-kılsız vücudu, o adeta sayılan kemikleri gösterip "bak dünya malı bu" diye bizlerden "hıkmırık" diye tepki almak için. Sonra da kendi sevgililerimize "ne lan bu, git üstünü giyin, o eli de indir" diye atar vermemiz için.(ve cinsel hayat ölür; okey oynanan evde de aşk olmaz) Bir çeşit Matthew McConaughey'cilik.

- Şu dünyada Daniel Day-Lewis'in oynamayarak adeta sanat yarattığı filmleri izleyip de adamcağıza burun çeviren varsa ve bi şekilde tanışıyorsak; bana bi elveda mesajı atsın, ben de onunla bağlarımı koparayım. Vay arkadaş, o gün yine There Will Be Blood izlerken, -çok afedersiniz, amiyane tabirle- öyle bi "çarkına sıçarım" bakışı attı ki; valla altıma kaçırsam kimse yadırgamazdı. Hatta bence altına kaçıran oldu da, biz "ya aynı duruma gelmemize ramak kalmıştı" empatisiyle kapadık üstünü olayın.

- Eski CDlerimi buldum; kulaklarım kamaştı. Flaw, Ill Nino, Atreyu, From Autumn to Ashes gibi bi süre deliler gibi dinlediğim ama şu an resmen kafamın kaldırmadığı gruplar. Ama mesela, o dönemlerden itibaren -o dönemler de 7.sınıf falan- Incubus, Radiohead, Pantera, Tool falan başlamış; bi dönem de resmen zibil gibi grunge dinlemişim (Susan Silver bu kadar dinlemedi) (Susan Silver'ı googlesız bilene de kocaman bi I Kiss You Mahir) ama takdir ettim yine kendimi. O CDleri hazırlayan-hazırlatan halime 8-9 yıl sonra dinleyeceği şeyleri (Fast Love) söylesem ağlardı üzüncünden, Mat2de de bu kadar net çıkarmazdı.

- Yok aslında klasik müzik dinliyorum bu aralar. (TELEVİZYON HİÇ İZLEMEM ÇOK BANAL) "Brahms da zamanında ilik gibiymiş" diyecek kadar. Sevdiği yazarların dedikodusunu yapan Selim Işık gibi. "Arabesk yavşaklığından utanıyorum böö" diye beyan vermeden önce bir kez daha Hungarian Dance No:5. Sonra bi posta da Sezen Aksu'ya laf döşerim. Patlıcanı da çok severim. Evet baya alternatifim ölüyorum farklılıktan.

- Afyon sucuğu bulunan evde vejeteryanlık olmaz.

- Bi de Brandon Boyd'un kesinlikle "get laid" olmaya ihtiyacı var. Çünkü kronolojik boyutta incelendiğinde bu adamın ne zaman güzel bi ilişkisi oluyo; ortaya can gibi şarkılar çıkıyo (11 Am, Here in My Room, Southern Girl) Yoksa o Wild Trapeze'de ne biçim şarkılar var "dünyayı kurtaralım" "Kyoto Protocole rulaz bro" "bunların hepsi yabancı odakların oyunu" minvalli; valla şarkıyı mı dinleyeyim, siyaset bilimine yatay geçiş formu mu doldurayım bilemedim. Hayır sosyal kaygı taşıyan şarkı isteseydik Edip Akbayramla Selda Bağcan kasetleri var yan odada.

- George Michael diye küçümsemeyelim; hayatımda bu kadar sensual şarkı sahibi insan görmedim tanımadım. (Hayatında kaç tane şarkı sahibi insan tanıdın? 3) Adamı Gazze'ye koysan Netenyahu "ya aslında kimseden görmediğim iyiliği de Hamaslı bi arkadaştan gördüm" diye beyan verir. Erdoğanla Kılıçdaroğlu da birbirlerini havuzlu villalarına davet ederler; "ay yok, geçen hafta da siz geldiniz, valla olmaz, bu sefer biz bekleriz" diye büküm büküm bükülürler.
(DÜNYA BARIŞI İÇİN GEORGE MICHAEL)

- Ya ben de minicik aklımla Brandon Boyd'a akıl veriyorum; şahsen Mr.Mustache'ten sonra iyi bile toparladı.

- Önce twitter hesabımı, sonra da blogumu kapatacağım. Uyarmadı demeyin. Bana yaşadığımız hayatın gerçekliğinin post edilen videolardan da, 140 karakterli statü belirteçlerinden de önemli olduğunu hatırlatan birinin izinden gidiyorum -ismini google'a yazınca tek bi sonuç bile yok- ; bi de, yani, gelin itiraf edelim -blog girdisinde Ertuğrul Özkök tandansı- ünlü olmadığınız sürece kimse sizin yazdıklarınızdan çok etkilenmiyor; etkilenen varsa da bence o kadar etkilenmesin. Kimse de "hmm dün saat 3 gibi sıcaktan baya bunalmışım" diye bakmaz yani Facebookuna. İnsanlar okusun diyedir gaye.
Hayır, Alex Turner'ın bile bulunmadığı mecralar; ama gün gelir Twitterda bi verified account alırsa bu yazdıklarımın hepsini de yutar; en büyük takipçisi olur, her lafına "@AlexTurner haha omg! ur so right! i luv ur work!!!!" yazmaktan da geri kalmam. Buna da uyarmadı demeyin.

- Şunu dinleyip gülümsemeyen, biliyorum, sen aynı zamanda Daniel Day-Lewis'i beğenmeyensin. Çık hayatımdan; gelme buraya.

- Pazartesi (sonunda) Marmaris; sonra Alanya. En sonunda kesin dönüş, referandum oylaması -bu da ilk oy verme deneyimim olarak tarihe geçsin- ve ardından lisans eğitiminin son ders seçip, istenilen derse kota kalmamasına yakınılması. Öperler.

Resim: Democratic Underground.
Açıklamıyorum; İZLEYENLER BİLİR. Adeta elitizmin doruğuyum.
Yok ya, spoiler falan olmasın. Bi de o There Will Be Blood, Upton Sinclair'in "Oil"inden. Hani şu Sabahattin Ali'yi solcu olmaya itenden.

Tuesday, August 3, 2010

Tek Elin Alkışı



Staj geyiklerinin, sınav sonuçlarının, gelecek kaygılarının kendilerini kavruk bir sıcak üzerinden hunharca hissettirdiği bir iklim muzbalıkları için güzel günlerin habercisi değil. İkiyüzlü çıkarcılığı anlatmasında kendisinden beklenmeyecek denli deneyimli ve sezgili görünen bu masumun 30 yıl sonra neler yaşadığının ucuz zaman geçirgeci kitabı; yıllarca onu sistemden dışlamış çark hamsterları tarafından alkışlanarak takas ediliyor.
John Lennon parasız ve kardeşçe bir dünya düşlerken, yürüyüşlere son model arabasıyla ve Paul McCartney polemikleriyle katılınca da ikiyüzlü oluyor.
Selim Işık sevmiyor pek. "Zen ticareti yapan bir yazar var (geçimi bu yüzden). Ona göre de İsa-Mesih, televizyon programını ön sıradan seyreden o şişman kadın işte. Özenti" diye bitiriyor 8 Nisan tarihli günlüğünü. Kendisinin de aslında bir Seymour Glass olduğunu anlaması için, aynen onun gibi mi ölmesi gerekiyor? Bilemiyoruz; zira kader aynı, ama beyinler öyle kolayca okunmuyor insan okutmayı seçmedikçe.
Teddy biliyor öleceğini, ona göre her şey. Farkındalığın getirdiği sorumluluk ve mutlu olamadan her şeyi o hissiz haliyle kabul etme isteğine çoğu insan ahmaklık gözüyle bakıyor.
Kimileri bu Advaita Vedanta Budizmini pratik edenin Yahudi lobilerince alındığı koruma haznesinden dolayı bu denli popüler olduğunun komplo teorisyenliğine soyunuyor.
Kızı bile sevmiyor onu, bir pedofil olduğunda hayli ısrarcı.
Okuduğu kitabın yazarını arayıp onunla arkadaşça konuşmak istemenin peşinde ama sadece.
Mutluluğun katı, keyfin ise eriyik olduğunun bilincine vardığı kadar içine atıldığı savaşın hüzünlü dehşetini iliklerine kadar hissetmesinden mi her satırda yaşananlara dair ince anılar?
Louis Garrel gerçekten okumuş mu kitabı, yoksa kameralar önünde "alternatif entelektüelite"yi göstermenin bir başka şatafatlı yolunu mu bulmuş?
Kütüphanede "kitap avına" çıkmayı, kim daha iyi anlatabilmiş Seymour Glass'ten başka: "But fishing, as you know, in libraries or anywhere else, is a tricky business, with never a certainty of who's going to catch whom" Var mı şu cümlenin anlatmak istediklerini Türkçeye verimli bir şekilde aktarabilecek bi mütercim?
Muzbalıkları mı avlamış Seymour'u yoksa? Yoksa her gün eğer, içimizden sayısız şekilde dua edersek, gün gelince artık kalbimiz o dualarla senkronize bir halde yukarıda hangi güç varsa ona doğru nale içinde mi atacak biz yine günlük işlerde debelenirken? Bir Günseli bizi o dopdolu ajandalardan, yarına yetiştirilmesi gereken işlerden, buluşulması ve yanlarında çok keyif alınıyormuş numarası yapılan kişilerden kurtarıp da, evi barkı, çoluğu çocuğu, burjuvayı proleteryayı bıraktırıp, peşimizde Olric, trenden trene insan manzaraları arasında Selim'in, Seymour'un izlerini mi aratacak?
Kyle, Stan ve Eric; o çok "tartışmalı" olarak gösterilen ve bu saf gerçekliğe ulaşmamızın en büyük bahanesini de Lee Harvey Oswald aksiyonlarından bulan kitabı, ne televizyonda gösterilen video klipler kadar, ne de internette herkese bir tık uzakta olan websiteleri kadar ofansif bularak, dünyanın en büyük hayalkırıklıklarının büyük eserler getirmesi neticesinde içinde Sarah Jessica Parker'ın bile bulunduğu bir roman kaleme almışlar.
Butters kitabı ne zaman okusa birini öldürmek istiyormuş, ta ki onların aslında ölmüş olduklarını öğrenene kadar.
Layne Staley de onun gibi inzivaya çekilmiş; ölü bedenini bulduklarında 38 kiloymuş sadece; roman raflara düşüp, sistem meraklılarının ve sisteme muhalif görünüp çarkı çevirmekten de geri kalmayanların ağzına sakız olduğu zamanki yazarla aynı yaşta.

Resim çektirmeyi pek sevmiyormuş; hayır Facebookta taglenir diye değil. Bi fan page'i varmış, binlerce insan likelamış; ama öldüğünde yalnızmış.

"Don't you want to join us?"
I was recently asked by an acquaintance when he ran across me alone after midnight in a coffeehouse what was almost already deserted.
"No, I don't" I said.

Resim: Luccazona