Tuesday, August 3, 2010
Tek Elin Alkışı
Staj geyiklerinin, sınav sonuçlarının, gelecek kaygılarının kendilerini kavruk bir sıcak üzerinden hunharca hissettirdiği bir iklim muzbalıkları için güzel günlerin habercisi değil. İkiyüzlü çıkarcılığı anlatmasında kendisinden beklenmeyecek denli deneyimli ve sezgili görünen bu masumun 30 yıl sonra neler yaşadığının ucuz zaman geçirgeci kitabı; yıllarca onu sistemden dışlamış çark hamsterları tarafından alkışlanarak takas ediliyor.
John Lennon parasız ve kardeşçe bir dünya düşlerken, yürüyüşlere son model arabasıyla ve Paul McCartney polemikleriyle katılınca da ikiyüzlü oluyor.
Selim Işık sevmiyor pek. "Zen ticareti yapan bir yazar var (geçimi bu yüzden). Ona göre de İsa-Mesih, televizyon programını ön sıradan seyreden o şişman kadın işte. Özenti" diye bitiriyor 8 Nisan tarihli günlüğünü. Kendisinin de aslında bir Seymour Glass olduğunu anlaması için, aynen onun gibi mi ölmesi gerekiyor? Bilemiyoruz; zira kader aynı, ama beyinler öyle kolayca okunmuyor insan okutmayı seçmedikçe.
Teddy biliyor öleceğini, ona göre her şey. Farkındalığın getirdiği sorumluluk ve mutlu olamadan her şeyi o hissiz haliyle kabul etme isteğine çoğu insan ahmaklık gözüyle bakıyor.
Kimileri bu Advaita Vedanta Budizmini pratik edenin Yahudi lobilerince alındığı koruma haznesinden dolayı bu denli popüler olduğunun komplo teorisyenliğine soyunuyor.
Kızı bile sevmiyor onu, bir pedofil olduğunda hayli ısrarcı.
Okuduğu kitabın yazarını arayıp onunla arkadaşça konuşmak istemenin peşinde ama sadece.
Mutluluğun katı, keyfin ise eriyik olduğunun bilincine vardığı kadar içine atıldığı savaşın hüzünlü dehşetini iliklerine kadar hissetmesinden mi her satırda yaşananlara dair ince anılar?
Louis Garrel gerçekten okumuş mu kitabı, yoksa kameralar önünde "alternatif entelektüelite"yi göstermenin bir başka şatafatlı yolunu mu bulmuş?
Kütüphanede "kitap avına" çıkmayı, kim daha iyi anlatabilmiş Seymour Glass'ten başka: "But fishing, as you know, in libraries or anywhere else, is a tricky business, with never a certainty of who's going to catch whom" Var mı şu cümlenin anlatmak istediklerini Türkçeye verimli bir şekilde aktarabilecek bi mütercim?
Muzbalıkları mı avlamış Seymour'u yoksa? Yoksa her gün eğer, içimizden sayısız şekilde dua edersek, gün gelince artık kalbimiz o dualarla senkronize bir halde yukarıda hangi güç varsa ona doğru nale içinde mi atacak biz yine günlük işlerde debelenirken? Bir Günseli bizi o dopdolu ajandalardan, yarına yetiştirilmesi gereken işlerden, buluşulması ve yanlarında çok keyif alınıyormuş numarası yapılan kişilerden kurtarıp da, evi barkı, çoluğu çocuğu, burjuvayı proleteryayı bıraktırıp, peşimizde Olric, trenden trene insan manzaraları arasında Selim'in, Seymour'un izlerini mi aratacak?
Kyle, Stan ve Eric; o çok "tartışmalı" olarak gösterilen ve bu saf gerçekliğe ulaşmamızın en büyük bahanesini de Lee Harvey Oswald aksiyonlarından bulan kitabı, ne televizyonda gösterilen video klipler kadar, ne de internette herkese bir tık uzakta olan websiteleri kadar ofansif bularak, dünyanın en büyük hayalkırıklıklarının büyük eserler getirmesi neticesinde içinde Sarah Jessica Parker'ın bile bulunduğu bir roman kaleme almışlar.
Butters kitabı ne zaman okusa birini öldürmek istiyormuş, ta ki onların aslında ölmüş olduklarını öğrenene kadar.
Layne Staley de onun gibi inzivaya çekilmiş; ölü bedenini bulduklarında 38 kiloymuş sadece; roman raflara düşüp, sistem meraklılarının ve sisteme muhalif görünüp çarkı çevirmekten de geri kalmayanların ağzına sakız olduğu zamanki yazarla aynı yaşta.
Resim çektirmeyi pek sevmiyormuş; hayır Facebookta taglenir diye değil. Bi fan page'i varmış, binlerce insan likelamış; ama öldüğünde yalnızmış.
"Don't you want to join us?"
I was recently asked by an acquaintance when he ran across me alone after midnight in a coffeehouse what was almost already deserted.
"No, I don't" I said.
Resim: Luccazona
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment