Buraya komiklikli şakalı bi şey yazacaktım; ama vatana millete hayrım dokunsun istedim. Bi de komiklik şaka isteyen adam zaten buraya gelinceye kadar binlerce Umut Sarıkaya öyküsünü/karikatürünü hatmeder diye düşündüm.
O yüzden şu aralar üzerinde en çok zaman ayırdığım şey olan "master başvuruları" ile ilgili birkaç satır karalıyorum.
Alttaki maddeler tartışmaya açık olup, yine de belli bir yol haritası çizmesi bakımından göz önüne alınasıdır.
Avrupa'da bilimum okullara başvurmak için
1.Ne istediğinizi bilin.
Sırf "gitmiş olmak için" başvurmayın, eğer amacınız buysa iyi okulları denemeyin. Kazanabilirsiniz, evet, burs da bulursunuz, tamam; ama devam ettirmeniz zor olabilir. Master dedikleri olay Türkiye'deki gibi bütün gün yatalım akşam çalışırız mantığını aşıyor. 4-5 saatlik uykular, okunması ve anlaşılması gereken makaleler, lisanstan çok daha zorlu bir eğitim süreci sizi bekliyor. Sevmiyorsanız, "ya bunları nerde kullancaz ki" mantığını hâlâ aşamamışsanız hiç bulaşmayın. "Senin uğrunda çektiğim çile yalnızca sevinç olur bana" tandanslı bir Orhan Gencebay şarkısı yazarıysanız alt metne geçebilirsiniz. Bizim geçen yılın bölüm birincisini bile oflatıp puflatan bir eğitim anlayışından söz ediyoruz en nihayetinde.
2.Bütçenizden belli bir meblağı bu iş için hibe edeceğinizin farkında olun.
Application fee (başvuru ücreti), kimi belgelerin mektup yoluyla yollanması, TOEFL-GRE formatındaki sınavlara giriş ücreti, sınav sonuçlarının ilgili okullara yollanması derken hiç de azımsanamayacak bir tutarı okullara akıtacağınız acı bir gerçek. Şöyle ortalama bir okulu ele alalım:
Başvuru Ücreti: (Benim başvurduğum çoğu okulda başvuru ücreti yoktu; ama İngiltere'nin üst düzey okulları -Cambridge, LSE, Oxford, vs.- 30 pound civarı takarlar size)
Belgelerin Yollanması: Online başvurunun yanı sıra hardcopy belgeyi adresine postalamanızı isteyen okullar da mevcut; Bilkent'te DHL'in kampanyası olduğu için burayı 20 tl tutarında alıyorum.
TOEFL sonucunun gönderilmesi: ETS bu yıl her bir sonuç için 17$ aldı.
GRE sonucunun gönderilmesi: GRE sınavının sonunda bedava sonuç gönderilebilecek 4 okul seçebiliyorsunuz, bu listede olmayan bir okul için ekstradan 23$ ödemeniz gerekiyor.
Burada yaklaşık 200 tl hesapladık; ama gözünüz korkmasın. Çoğu okul başvuru ücreti almıyor, hardcopy belgeyi ancak kabul edilirseniz bekliyor, TOEFL-GRE sonuçlarınızı da scan ettirip başvurunuza ekliyorsunuz.
3.Referanslarınızı bollayın.
Avrupa'daki okullar genelde 2 referanstan fazlasına tamah etmez. (Oxford bu konuda istisnasını koruyup 3e göz diker). Siz sakın işi ikiyle sınırlamayın; üç, hatta dört kişiye gidip referans dilenin. Hatta "hayatta vermez" diye düşündüklerinizin bile kapısını çalın. (Akademik hayatın ne getireceği belli olmuyor) Hiç ummadığınız insanlardan aldığınız onay güveninizi yerine getirebilir. Ayrıca başvuru sürecinde hocaların "ay çok işim vardı yazamadım", "5ten fazla okula referans göndermem" "xxx bölümü sana uygun değil yazma orayı" gibi baskılarına maruz kalmaz, referanslarınızı istediğiniz gibi kombine edersiniz.
4.Referanslar Continued
Hocalara gittiğiniz zaman mıymıy konuşmayın, bir dosyaya transkriptinizi, statement of purpose'unuzu, başvurmayı düşündüğünüz okulların bir listesini, TOEFL-GRE-GMAT sonuçlarınızı koyarak gidin. Araştırmanızı önceden yapmış olun. Bu tip bir ön çalışma size hem artı puan kazandırır hem de görüştüğünüz kişinin size daha spesifik yardımlarda bulunmasını sağlar. "Ben Avrupa istiyorum" demekle "Ben Robotik çalışmak istiyorum ve sanırım en iyi üniversite Munchen" demek arasındaki farkı herkes görür. Zaten hocanız da referans yazarken bu dosyadaki belgelere başvuracağından siz eşeğinizi sağlam kazığa bağlamış olursunuz.
5.Pasaport işlemlerine başlayın:
Çoğu Avrupa üniversitesi başvuru sırasında vize işlemleri ve daha fazlası için sizden geçerli bir pasaport numarası isteyebilir. (Fransa'da bazı okullar pasaportunuzun fotokopisinin scanini bile bekler) "Pasaportum yok" diyip de sıkıntıya girmemek için baştan halledin.
6.TOEFL-GRE
TOEFL sınavı neredeyse her bölüm için elzem. Başvurulan bazı programlar eğitim dili İngilizce olan okullarda okumayı yeterli kabul etse de, genel eğilim şöyle kelli felli, tüm dünyaca kabul gören bir dil-yeterlilik belgesinin varlığına kaymakta. Amerikan okulları ağırlıklı olarak TOEFLı gösterirken İngiltere'de karşınıza IELTS de çıkabilir. Ben sadece TOEFLa girdiğim için karşılaştırma yapamıyorum ama internetteki yorumlarda IELTS'in daha kolay olduğu, ve özellikle Speaking bölümünde TOEFL gibi makinaya konuşturmak yerine karşınıza kanlı canli bir insan evladı geçtiği için daha hümanist takıldığı yazıyor. Karar sizin.
Mühendislik fakülteleri öyle harikalar yaratmanızı beklemeyebilir; internet-based test üzerinden 90ı alsanız yeter de artar. Sosyal bilimler biraz daha fazlasını ister, birçok üniversitenin eşiği 100.
Bazı üniversiteler kriterleri detaylandırarak 4 bölümden (Okuma, Yazma, Konuşma ve Dinleme) 30 üzerinden en az 25 almanız gerekliliğini de eklerler. Mesela 3 bölümden 30u bastınız ama bir tanesi 10; 100ü tuttursanız bile başvuru kriterlerini tamamlamış olmazsınız.
Bu konuda karşılaştığım iki ekstrem örnek Oxford ve Cambridge. (Büyük oynamak değil, 'du bakalım nolcak' acaba mantığıyla başvurdum). Oxford MPhil Economics başvuruları için başvuru kriterini 100 alıyor; fakat "önerilen" TOEFL sonucunun da 109un üstünde olmasından dem vuruyor. Kısacası 'biz oraya o 100ü sen sevin, başvur, bize belli bir miktar başvuru parası öde diye yazdık ama seni almayacağız bilesin' diye indirekt mesajını basıyor. Cambridge daha dobra: Minimum puan 110 olmalı ve her bir bölümden en az 25 yapılmalı. 109 mu aldın? Elveda.
TOEFL için verebileceğim öneriler: Çalışın. İngilizce eğitim veren bir okulda tüm gününüz dersleri dinlemek, sunumlar yapmak, makaleler okuyup-yazmak olsa da sınavdan birkaç gün önce birkaç kitaba göz gezdirmekta fayda var.
Orijinal kitap almak yersiz. Arkadaşlarınızın kaynaklarından yararlanın, internetin illegal downloading kabiliyetini kullanın. Torrent sitelerinde yüzlerce çalışma paketi var.
Eksiğinizi belirleyin ve ona göre çalışın. Özellikle yazı bölümü zorlayabiliyor. (Birini 45 dakika, diğerini 1 saat içinde yazmanız gereken iki makale konunuz olacak). Çeşitli "phrase"leri öğrenin: Hence, Nevertheless, "it has been widely assessed" gibi lafları bilip yerleştirmek makalenize hava katabilir, bu tip kelimelerin olduğu listelere şöyle bir göz gezdirin. (Ezberlemeyin)
Çıkabilecek makale konularıyla ilgili alıştırma yapın.
Typing hızınızı geliştirmeye çalışın.
İngilizce klavyeye alışın; sınav süresince Türkçe klavye kullandırtmıyorlar noktanın virgülün yeri de haliyle karışıyor.
Ankara insanları (Behzat Ç'ciler) da sınav yeri olarak TOBBu tercih etsinler. Atılım'da girdiğim sınavda ben daha listeningi yaparken yanımdaki eleman speakingde bocalıyordu. İnsanın konsantrasyonu sürünüyor haliyle.
GREye gelince, Verbal kısmı rezalet. Bir arkadaşımın dediği gibi "binaenaleyh-mamafih" arasındaki ilişki aşağıdakilerden hangisinde vardır tandanslı sorularla dolu. Zaten neredeyse tüm okullar bu kısmı hiç kaale almadan sadece Quantitative ve Analytical Writing bölümlerindeki performansınıza bakıyor. Eğer Amerika'da Amerikan Dili ve Edebiyatı falan çalışmayacaksanız hiç ezberlemeye falan kasmayın, başaramazsınız zaten.
Mantıklı sıkma yeteneğinize güvenin. Ben GRE'de karşılaştığım "asundered" kelimesinin anlamını Sunderland'den çözmüştüm, bu tip beyin fırtınaları yardımcı olabiliyor. Hiç mi bilemediniz, atın gitsin.
Quantitative kısmı kolay görünebilir, ülkemiz ortalama ortaokul öğrencisine sorulan matematik problemi kıvamında. Yine de terimlerin ingilizcelerinde sıkıntı oluşabilir; radius, diameter, circumference gibi laflara aşina olun. Amerikalıların ölçü birimleri de farklı olduğundan çevrimleri de iyi bilin. İyi okulların her zaman tam puan istediğini düşünürsek 1 yanlış bile sizi çok geriye atabilir. (Harvard'a bakmıştım, 800 üzerinden 797 falan istiyolardı)
Analytical Writing kısmına da çalışmak lazım tabi, ben TOEFLdan gelen gazla pek çalışmamıştım; 4.5 aldım (6 üzerinden). Şöyle yine 4-5 saatinizi verip 2-3 pratik yaparsanız 5-5.5 civarı almama nedeninizi göremiyorum.
Bir de GREyi anlamsızca önemsiyorlar, sınav odasına şeker, su bile almanız yasak. "Ulan yarıçapını verdiğin çemberin çevresini soruyosun sonra da CIA giriş sınavı havası yaratıyosun" geyiğini sınavdan sonraya saklayın. Veya da önceye; ama yapın bu geyiği.Yapmayanı almıyolarmış okullara.
Monday, February 21, 2011
Wednesday, February 16, 2011
Bana Biraz Kendinden Behzat Ç.
Bunu Temmuz 2010 gibi yazmıştım, okudum beğendim, nostalji kafasıyım zaten.
N'nin elini hangi işe atsa kotaracak karakterde bi arkadaşı var; yağmurlu havalarda bile çamursuz pırıl pırıl ayakkabılarla gezinen, üstüne hiç yemek dökmeyen-gillerden. Amerika'dan kullanma kılavuzunun Atlas Vazgeçti ile aynı kalınlıkta olduğunu düşündüğüm -çünkü birsürü özellik saydı, ben de hiçbirinden anlamadığım için kafa salladım bi yandan da 'uff vazgeçtim Arcticlerden MGMT gelsin Türkiye'ye noolur noolur' diye içimden dua ettim- bi kamera almış; içinde vblog, miniklip, vimeo gibi kelimelerin geçtiği cümleler kurdu.
Bu "zengin hobilenmesi" çok garip bi şey. Şimdi mesela çocuk evde oturmuş Heath Ledger'ın Nick Drake için çektiği klibi izliyo -hadi daha egzantrik ve güncel olsun, Scorsese'nin müzik belgeselleri diyelim- "ya aynısını ben de yaparım nedir ki" diye gaza gelip, ertesi gün TeknoSa'dan gerekli materyali çat diye alıyo. Veya ne bileyim, Iron Maiden live at Donnington DVD'si (bizim gibi torrent usulü değil, orijinal) onda adeta bi Steve Harris olma arzusu doğuruyor; iki gün sonra lank, en yeni model bas gitarı almış penayla Fender düdüklemekte. Bi de "kızlar hoşlanıyomuş abi"ci gitaristler var; hayatında bu olaya girmeyenle George Michael'la özel seanslar ayarladık Jesus to a Child eşliğinde.
Böylesine kolay erişilmesinden midir nedir, bu hobilerin bir hayat tarzı olarak devam ettiğini hiç görmedim ben. İki hafta o hobi materyalleri ellerde folloş oluyo, sonra da gençler Steve Harris'in uzaktan yakınından geçmeyen bir Aytek Çakıroğlu (kafadan salladığım bir addır, dünyanın tüm Aytek Çakıroğullarını tenzih ederim) olduklarını anlayınca, o allah bilir kaç paraya alınan gitarlar, kameralar, evin çatı katına terk edilesi. (bir ayağın amerikada olması belirteci olarak çatı katı depo olarak kullanılan ev)
Mesela benim kuzenimin eşi var, çok can bi insan aslında; bi gün gaza geldi eve davul seti alalım diye, hatta beni de çağırdılar, gittik 2-3 saat Ziljdian mı İstanbul mu, Tama'nın sesi teneke gibi çıkıyo, Lars Ulrich mi mıyk hiç sevmem-yalan- muhabbetinden sonra onların evine gayet göz alıcı bir bateri alanı kurdurduk. Hani deneyimlerimden biliyorum, o seti sen bi Anadolu Lisesi öğrencisine ver; o ergen hormonal haliyle bile hayatın tüm dünyevi zevklerine doyar; çünkü normalde yumurta kabuğuyla, leğenle, abisinin eski öss kitabıyla falan çalmaya çalışıyor Metallica'yı, sonra da okul şenliklerinde boy gösterme telaşında garibim. Neyse işte böyle bi iki hafta kadar çalıştı çabaladı o davulun başında sonra tık.
Onları ne zaman ziyaret etsem- ki bi süre bu çok fazlaydı- hiç davulun mevzubahsi açılmıyodu, oturup film falan izliyoduk evde. Ben başlarda böyle ilgili müzikal kuzen olarak "ee nası gidiyo davul?" diye soruyodum, o da yarım ağız bahaneler sıralıyodu "şundan dolayı çok çalışamıyorum" "tırnağımın ucunda syphillus cardiomaphetus olmasından şüphelendiğimden elime almıyorum bageti" gibilerinden; ben de artık sormamaya başladım. Zaten bi süre sonra salonda kocaman bir org görünce, tamam dedim kendi içimden, zengin hobilenmesi bu olsa gerek. Onu da çalmadı; bütün gün Facebook'ta Farmville oynuyodu en son.
Herneyse, benim dünyada en sevdiğim şey insanları yok yere gaza getirip durumun sonuçlarını izlemek olduğundan, dedim ki ne duruyorum hala içimde tevekkül halinde ("ya ne MGMT'si Arcticler gelsin mühü"). NME'de bir iki ay önce bu tip bir ilan vardı, işte video çekip editleyen, müzikle ilgilenen stajyerler alıyolardı, bi düşünsene diye başladım, "artık bize Arctics biletleri gönderirsin ahauah" diye enseye şaplak yancı bi konumda bitirdim konuşmamı; o da gaza geldi baya, dedi ki hadi klip çekelim.
Ben de işsizlikten midir, aşırı sıcaklardan mı, bi türlü Marmaris'e gidememekten mi, "tamam" dedim; sonra demesin mi bu "Facebooka koyarız"
Ya arkadaşım bi kere benim Facebook accountum -artık- yok; bi de bu mu yani senin amacın? Klip çekeyim facebook'a koyayım diye mi bayıldın onca parayı? Kızlar like etsin "bebişim çogzel çekmişin beni de çeksene ihihihi" diye yorum yapsın diye ki en sevmediğim şey olduğu bilinir. Bizim dandirik klip "Facebook kaldırıyo ama ben tekrar koyuyorum KESİN İZLE! xD" diye mi yayınlancak?- Bizim diye de hemen sahiplenmem gözlerden kaçmasın adeta bir showbiz insanıymışım-
N'in arkadaşının gözümde bi yeri olmuştu, hatta çok kısa bi süreliğine "şimdi o NME'de çalışır ben de Londra'da okurken birlikte yaşarız akşamları da ona verilen bedava giglere gider eğleniriz" diye hayal bile kurmuştum; ama son beyan adeta darbe vurdu gönlüme. Eski halime bi fiskede geri döndüm. ("Arctic Monkeys, ne duruyorsun, Türkiye'ye gelsene, Türkiye'ye gelsene")
Şahsen ben Martin Scorsese'nin Mick Jagger'a "Mick sen konuş şimdi kameraya, sonra ben Facebook'ta paylaşınca hemen like et tamam mı?" diye sorduğunu sanmıyorum; sorduysa da yazıklar olsun Martin, zaten filmlerinde ya Leonardo DiCaprio ya Robert de Niro oynuyor, hiç istihdam kaynağı değilsin Hollywood için.
-Bunu duyan Scorsese bana açıkça Woody Allen ve Tim Burton'u muhatap gösterse ağzımdan tek kelime de çıkmaz-
Böyle senaryo falan yazdık; ama hiç içimde değil açıkçası o klip denen şey. Tamam, kamera karşısında jojobalığımdan çıkıp adeta bi Leighton Meester özgüvenine ulaştığımı herkes bilir; ama facebook ne ya? Zengin hobisi işte. Benim tam gaza gelip bütün ihtişamımla "çek beni yiğidim kamerana" diye boylu boyuna uzandığım anda (aha sexual innuendoma gel), sıkılır tavan arasına atar o kamerayı. Öyle kalakalırım ben de.
Facebook dedi hayvanat. Sana benim ölmüş telefonumun kamerası bile çok.
Aylar sonra gelen edit: O klip hiç çekilmedi.
N'nin elini hangi işe atsa kotaracak karakterde bi arkadaşı var; yağmurlu havalarda bile çamursuz pırıl pırıl ayakkabılarla gezinen, üstüne hiç yemek dökmeyen-gillerden. Amerika'dan kullanma kılavuzunun Atlas Vazgeçti ile aynı kalınlıkta olduğunu düşündüğüm -çünkü birsürü özellik saydı, ben de hiçbirinden anlamadığım için kafa salladım bi yandan da 'uff vazgeçtim Arcticlerden MGMT gelsin Türkiye'ye noolur noolur' diye içimden dua ettim- bi kamera almış; içinde vblog, miniklip, vimeo gibi kelimelerin geçtiği cümleler kurdu.
Bu "zengin hobilenmesi" çok garip bi şey. Şimdi mesela çocuk evde oturmuş Heath Ledger'ın Nick Drake için çektiği klibi izliyo -hadi daha egzantrik ve güncel olsun, Scorsese'nin müzik belgeselleri diyelim- "ya aynısını ben de yaparım nedir ki" diye gaza gelip, ertesi gün TeknoSa'dan gerekli materyali çat diye alıyo. Veya ne bileyim, Iron Maiden live at Donnington DVD'si (bizim gibi torrent usulü değil, orijinal) onda adeta bi Steve Harris olma arzusu doğuruyor; iki gün sonra lank, en yeni model bas gitarı almış penayla Fender düdüklemekte. Bi de "kızlar hoşlanıyomuş abi"ci gitaristler var; hayatında bu olaya girmeyenle George Michael'la özel seanslar ayarladık Jesus to a Child eşliğinde.
Böylesine kolay erişilmesinden midir nedir, bu hobilerin bir hayat tarzı olarak devam ettiğini hiç görmedim ben. İki hafta o hobi materyalleri ellerde folloş oluyo, sonra da gençler Steve Harris'in uzaktan yakınından geçmeyen bir Aytek Çakıroğlu (kafadan salladığım bir addır, dünyanın tüm Aytek Çakıroğullarını tenzih ederim) olduklarını anlayınca, o allah bilir kaç paraya alınan gitarlar, kameralar, evin çatı katına terk edilesi. (bir ayağın amerikada olması belirteci olarak çatı katı depo olarak kullanılan ev)
Mesela benim kuzenimin eşi var, çok can bi insan aslında; bi gün gaza geldi eve davul seti alalım diye, hatta beni de çağırdılar, gittik 2-3 saat Ziljdian mı İstanbul mu, Tama'nın sesi teneke gibi çıkıyo, Lars Ulrich mi mıyk hiç sevmem-yalan- muhabbetinden sonra onların evine gayet göz alıcı bir bateri alanı kurdurduk. Hani deneyimlerimden biliyorum, o seti sen bi Anadolu Lisesi öğrencisine ver; o ergen hormonal haliyle bile hayatın tüm dünyevi zevklerine doyar; çünkü normalde yumurta kabuğuyla, leğenle, abisinin eski öss kitabıyla falan çalmaya çalışıyor Metallica'yı, sonra da okul şenliklerinde boy gösterme telaşında garibim. Neyse işte böyle bi iki hafta kadar çalıştı çabaladı o davulun başında sonra tık.
Onları ne zaman ziyaret etsem- ki bi süre bu çok fazlaydı- hiç davulun mevzubahsi açılmıyodu, oturup film falan izliyoduk evde. Ben başlarda böyle ilgili müzikal kuzen olarak "ee nası gidiyo davul?" diye soruyodum, o da yarım ağız bahaneler sıralıyodu "şundan dolayı çok çalışamıyorum" "tırnağımın ucunda syphillus cardiomaphetus olmasından şüphelendiğimden elime almıyorum bageti" gibilerinden; ben de artık sormamaya başladım. Zaten bi süre sonra salonda kocaman bir org görünce, tamam dedim kendi içimden, zengin hobilenmesi bu olsa gerek. Onu da çalmadı; bütün gün Facebook'ta Farmville oynuyodu en son.
Herneyse, benim dünyada en sevdiğim şey insanları yok yere gaza getirip durumun sonuçlarını izlemek olduğundan, dedim ki ne duruyorum hala içimde tevekkül halinde ("ya ne MGMT'si Arcticler gelsin mühü"). NME'de bir iki ay önce bu tip bir ilan vardı, işte video çekip editleyen, müzikle ilgilenen stajyerler alıyolardı, bi düşünsene diye başladım, "artık bize Arctics biletleri gönderirsin ahauah" diye enseye şaplak yancı bi konumda bitirdim konuşmamı; o da gaza geldi baya, dedi ki hadi klip çekelim.
Ben de işsizlikten midir, aşırı sıcaklardan mı, bi türlü Marmaris'e gidememekten mi, "tamam" dedim; sonra demesin mi bu "Facebooka koyarız"
Ya arkadaşım bi kere benim Facebook accountum -artık- yok; bi de bu mu yani senin amacın? Klip çekeyim facebook'a koyayım diye mi bayıldın onca parayı? Kızlar like etsin "bebişim çogzel çekmişin beni de çeksene ihihihi" diye yorum yapsın diye ki en sevmediğim şey olduğu bilinir. Bizim dandirik klip "Facebook kaldırıyo ama ben tekrar koyuyorum KESİN İZLE! xD" diye mi yayınlancak?- Bizim diye de hemen sahiplenmem gözlerden kaçmasın adeta bir showbiz insanıymışım-
N'in arkadaşının gözümde bi yeri olmuştu, hatta çok kısa bi süreliğine "şimdi o NME'de çalışır ben de Londra'da okurken birlikte yaşarız akşamları da ona verilen bedava giglere gider eğleniriz" diye hayal bile kurmuştum; ama son beyan adeta darbe vurdu gönlüme. Eski halime bi fiskede geri döndüm. ("Arctic Monkeys, ne duruyorsun, Türkiye'ye gelsene, Türkiye'ye gelsene")
Şahsen ben Martin Scorsese'nin Mick Jagger'a "Mick sen konuş şimdi kameraya, sonra ben Facebook'ta paylaşınca hemen like et tamam mı?" diye sorduğunu sanmıyorum; sorduysa da yazıklar olsun Martin, zaten filmlerinde ya Leonardo DiCaprio ya Robert de Niro oynuyor, hiç istihdam kaynağı değilsin Hollywood için.
-Bunu duyan Scorsese bana açıkça Woody Allen ve Tim Burton'u muhatap gösterse ağzımdan tek kelime de çıkmaz-
Böyle senaryo falan yazdık; ama hiç içimde değil açıkçası o klip denen şey. Tamam, kamera karşısında jojobalığımdan çıkıp adeta bi Leighton Meester özgüvenine ulaştığımı herkes bilir; ama facebook ne ya? Zengin hobisi işte. Benim tam gaza gelip bütün ihtişamımla "çek beni yiğidim kamerana" diye boylu boyuna uzandığım anda (aha sexual innuendoma gel), sıkılır tavan arasına atar o kamerayı. Öyle kalakalırım ben de.
Facebook dedi hayvanat. Sana benim ölmüş telefonumun kamerası bile çok.
Aylar sonra gelen edit: O klip hiç çekilmedi.
Subscribe to:
Posts (Atom)