1. "Gelecek haftasonu Ankara'dayım" dedi. Ben hem onun sesinin duymanın bir türlü diminishing-returns'e geçememiş heyecanıyla, hem de Jean Monnet stresiyle, "hmm"dan fazla tepki veremedim. Başkır yanımda olsa "aferin iyi taktik" derdi; ama B ile konuşuyordum, beni bir bakışta -ki fazlasıyla zümrüt yeşili içeriyordu- tanıyan bi çocukla. "Hayrola?" diye sorgu sesine kaygı tonunu serpiştirerek. "Neyin var?" Burs için sınava girmem gerektiğini anlattım, Avrupa Birliği, Jean Monnet, genişleme ve derinleşme politikası gibi kelimelerin içinde bulunduğu teknokrat cümlelerim bile konuşmamızın ışığını söndürememişti. "Çok kasmam lazım, günlük uyku saatimi 2ye indirmeliyim." dedim. "Haftasonu muhtemelen kapanır çalışırım" dedim. "Görüşemeyebiliriz" dedim. Kadere ve 1 yıllık master için bile anlamsızca para isteyen okullara küfür ettim. Zaten kısıtlı zamanımın olduğu ve benden kilometrelerce uzakta yaşayan çocuğu bile bana göstermeyen her şeye ana avrat giriştim. Ama içimden.
"Ben de gelmem o zaman." dedi. "Sınavdan sonraki hafta gelirim". Mutlu oldum.
2. Çalışmaya ara verdim. Fruit Tree dinlemek geldi içimden. Nick Drake'i anlatan en iyi öbeğin "a skin too few" olduğuna karar vermem çok zamanımı almamıştı; zaten orijinal bir fikre de imza atmış değildim. Yine de bir insanın ruhunun bedenine, hatta içine hapsolduğu zaman aralığına bile sığmamasının ne kadar zor olduğunu düşündüm. Hepimiz isterdik, bundan 65 yıl sonra hatırlanmayı, belki bir insancağızın gözlerinden yaş akıtıp iki notayla onu çözebilmeyi. Kaçımız cidden dayanabilirdi bunun ağırlığına, sayamadım. Gözlerimden yaşlar aktı, Nickciğim Drake ve Oğuzcuğum Atay'ı hayallerimde tanıştırdım. Birbirlerine utangaç bir selam verdiler, bir süre iletişimleri kısa cümleler ve klişeler üzerinden oldu, kalabalıklar arasıdna yaşayamamalarına verdim, sevindim. "Ben gidiyorum" dedim, zaten ait değildim yanlarına. Hem belki yalnızken sohbetleri kalabalıklaşırdı. Benim yerim sıradanlığın yanıydı, üç-beşin hesabıydı, alışmıştım.
Mailimi açtım, en istediğim okuldan en istediğim cevabı gördüm. Mutlu oldum.
3. Kendisini sadece 7 aydır tanımama rağmen çok sevdiğim, çok saygı duyduğum, çok (buraya en asil duyguları ekleyelim) ve bu başvuru sürecinde elimden tutmuş, bana muhteşler ötesi bir referans yazarak belki normalde giremeyeceğim okulların kapısını sonuna kadar açmış hocama aldığım bu son kabulü söyledim. Işıl niye hemen söylemiyorsun diye serzenişte bulundu. Hocam internet insanı değilim ben yüzyüze söyleyeyim istedim dedim. Dünyanın en zevkli teori dersini vermiş, bi de üstüne bana iyiliğin âlâsını yapmış bi insana "kabul aldım :)" diye mail atmak samimiyetsizlikle eşdeğerdi benim için.
"Hocam çok teşekkür ederim, siz olmasaydınız kabul alamazdım." dedim. "Evet" dedi başını sallayarak. "Ama ben de sen olmasaydın yapmazdım bunları." Mutlu oldum.
Şu an hayatımın biricik sorunları iki süpsüp okul arasında seçim yapmak ve B'yi en kısa zamanda görmeye çalışmak (Çarşamba akşamı itibariyle bana yine Istanbul yolları)
Bir de bence burayı okuduğunu bildiğim C'yi bi şekilde ikna edip o festivale gitmeli.
Thursday, March 24, 2011
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment