İkili ilişkilerde sorunu karşıda aramaya alışmış biri için şu aralar kendi "yapamadıklarımdan" fazlasıyla hoşnutsuzum.
Evet, kimse o gözlere bakarken benden mucizeler beklememeli, beklemiyor da; ama bu sürecin neresinde gülümsememi, iki lafın belini kırabilecek düzeydeki sosyalliğimi, en minimize ve pasifize edilmiş flörtümü kaybettim onu anlamıyorum.
Çoğu zaman karşı tarafta da oluşan gerilimi kendi "yapamamazlığım" olarak neden edinsem de; son birkaç gün adeta beni bahanelerimden gerçekliğe itekliyor.
İnsan onca yıl sonra platonikleşmeye görsün, ne kendisini tanıyabiliyor, ne de tanıtabiliyor.
Bunun için, sanırım, sadece gözlere güvenmek lazım. Daha fazlasına hazır değilim zira.
Bir de arada buraya bi'şeyler çiziktiriyorum: http://nostalgiaforthesapiens.tumblr.com
İngilizce ama sorun olmamalı bence.
Monday, November 7, 2011
Tuesday, October 4, 2011
Mavi
Mutluyum be dostlar.
Sabah erken kalkmaktan. Önünden geçtiğim fırından gelen kokudan. Metronun itiş kakışlığından. Urquinaona'da hat değiştirmek için basamakları çıkıp inmekten. Jay sayesinde artık direk Marina durağından tek hatla ulaşımımı sağlamaktan. Afyonu patlatması için alınan "café con lecce"den. Sınıfların tam olarak nerede olduğunu halen çözememekten. Gidip önlerde yer aramaktan. Bir çift mavi gözden. İngilizce hoşbeşten. Derslerden yakınmaktan. Bir çift mavi gözden. Derse konsantre olmaya çalışmaktan. Bir çift mavi gözden. Idempotent matrixten. Preference relationdan, hicksian demandden. Jose'nin anlaşılmaz ingilizcesinden, firm'ü 'firm', utility'i 'utiliti' diye okumasından. Her yerde bir şekilde Almanca duymaktan. Aralarda topluca kantine inmekten. Bir çift mavi gözden. Derslerden yakınmaktan. Her şeyin İspanyolcasını sorup akılda tutmaya çalışmaktan. (No me dejes, no te vayas, pegame pero no me dejes). Derse geri dönmenin hayalkırıklığından. Bir çift mavi gözden. Öğle arası yemeğe inmekten. Vichy Catalan'dan. Elbirliğiyle kütüphaneye yollanmaktan. Federico'nun deyimiyle 'Mas Collell'in büyükbabasının ruhunun gezindiği' ancient library'e konuşlanmaktan. Mas Collell'den, Wooldridge'den, Rubenstein'dan, Stock and Watson'dan, Hayashi'den, Greene'den. Problem Setleri insanlara anlatmaktan. Bir çift mavi gözden. Bu Cuma kesin dışarı çıkmalıyızcı planlardan. Shree'nin havuçlarından. Chiara'nın İspanyollara yaptırdığı ispanyolca ödevinden. Bir çift gözden. Aynı soruları tekrar tekrar tartışmaktan. Herkesle canciğer olup onunla konuşamamaktan. Facebook breaklerden. Fotokopi makinalarının daimi bozuk oluşundan. Dışarıdaki kafeteryada içilen biradan. Una bocadillo tortilla una xocolata caliente'den. Bir çift mavi gözden. Stata'dan, Mankiw-Romer-Weil'dan. Bir çift mavi gözden. Bir gün, shopping Saturday'i hayata geçirebileceğimiz düşüncesinden. Saat 9 olunca pılıyı pırtıyı toplamaktan. Cumartesi günleri 24 saat açık metrodan. Sergio'nun patata con pisto'sundan. Siri'nin Wiz Khalifa'lı playlistinden. Kalbimin çarpmasından. Bir çift mavi gözden. Havanın hala sıcak olmasından. Milletin hala Messi golleriyle delirmesinden. PamPam Burger'dan, Michelada'dan, hiç var olmayan Argentinian co-op'tan. Gidemediğimiz partilerden. 4 euro bayıldığımız sangria şişesinin hepsini bitirme yarışından. Konuşamamaktan. Konuşmaların çok 'brief' olmasından. Bir çift mavi gözden.
Mutluyum be dostlar.
Sabah erken kalkmaktan. Önünden geçtiğim fırından gelen kokudan. Metronun itiş kakışlığından. Urquinaona'da hat değiştirmek için basamakları çıkıp inmekten. Jay sayesinde artık direk Marina durağından tek hatla ulaşımımı sağlamaktan. Afyonu patlatması için alınan "café con lecce"den. Sınıfların tam olarak nerede olduğunu halen çözememekten. Gidip önlerde yer aramaktan. Bir çift mavi gözden. İngilizce hoşbeşten. Derslerden yakınmaktan. Bir çift mavi gözden. Derse konsantre olmaya çalışmaktan. Bir çift mavi gözden. Idempotent matrixten. Preference relationdan, hicksian demandden. Jose'nin anlaşılmaz ingilizcesinden, firm'ü 'firm', utility'i 'utiliti' diye okumasından. Her yerde bir şekilde Almanca duymaktan. Aralarda topluca kantine inmekten. Bir çift mavi gözden. Derslerden yakınmaktan. Her şeyin İspanyolcasını sorup akılda tutmaya çalışmaktan. (No me dejes, no te vayas, pegame pero no me dejes). Derse geri dönmenin hayalkırıklığından. Bir çift mavi gözden. Öğle arası yemeğe inmekten. Vichy Catalan'dan. Elbirliğiyle kütüphaneye yollanmaktan. Federico'nun deyimiyle 'Mas Collell'in büyükbabasının ruhunun gezindiği' ancient library'e konuşlanmaktan. Mas Collell'den, Wooldridge'den, Rubenstein'dan, Stock and Watson'dan, Hayashi'den, Greene'den. Problem Setleri insanlara anlatmaktan. Bir çift mavi gözden. Bu Cuma kesin dışarı çıkmalıyızcı planlardan. Shree'nin havuçlarından. Chiara'nın İspanyollara yaptırdığı ispanyolca ödevinden. Bir çift gözden. Aynı soruları tekrar tekrar tartışmaktan. Herkesle canciğer olup onunla konuşamamaktan. Facebook breaklerden. Fotokopi makinalarının daimi bozuk oluşundan. Dışarıdaki kafeteryada içilen biradan. Una bocadillo tortilla una xocolata caliente'den. Bir çift mavi gözden. Stata'dan, Mankiw-Romer-Weil'dan. Bir çift mavi gözden. Bir gün, shopping Saturday'i hayata geçirebileceğimiz düşüncesinden. Saat 9 olunca pılıyı pırtıyı toplamaktan. Cumartesi günleri 24 saat açık metrodan. Sergio'nun patata con pisto'sundan. Siri'nin Wiz Khalifa'lı playlistinden. Kalbimin çarpmasından. Bir çift mavi gözden. Havanın hala sıcak olmasından. Milletin hala Messi golleriyle delirmesinden. PamPam Burger'dan, Michelada'dan, hiç var olmayan Argentinian co-op'tan. Gidemediğimiz partilerden. 4 euro bayıldığımız sangria şişesinin hepsini bitirme yarışından. Konuşamamaktan. Konuşmaların çok 'brief' olmasından. Bir çift mavi gözden.
Mutluyum be dostlar.
Monday, October 3, 2011
48 Mutual Friends'in Dokunaklı Öyküsü
Thursday, July 21, 2011
Interiors
B: Woody Allen bu filmde fena halde Bergman-esk (evet böyle cümle kurdu.)
I: Oha yalnız kadının düğününe çocukları gelmedi gördün mü? Büyük eksik.
BÖYLE İNSANLARIZ.
EVET FİLMDE DÜĞÜN VAR SPOILER İÇERİR.
ps: İçinde aforementioned yönetmenin evlatlık kızı Soon-Yi Previn'le evlenmesini içermeyen en uzun Woody Allen konuşmasına tanıklık edildi. Aynı rekor benim 38 gün sonra Barcelona'ya gidiyor olmam mevzubahis olunca kırılamadı ve o kaçınılmaz referans yine yapıldı.
ps2: Gitmek istemiyorum. Hep böyle kalsak olmuyo mu?
Sunday, May 29, 2011
Bunu Çok Çok Çok Çok Çok ÇOK ÇOK ÇOK Beğendim
"Which is worse?
‘Oppression’ in the east, or ‘oppression’ in the west?
Would you rather constantly struggle to reach unattainable societal standards of beauty with less and less clothing, or spend your life covered with no visible public identity""Hangisi daha kötü?
Doğudaki baskı mı? Yoksa batıdaki mi?
Toplumun ulaşılamaz "güzellik" anlayışına erişmek için giderek daha fazla soyunmayı mı yeğlersiniz yoksa hayatınızı toplumsal kimliğinizi görünmez kılacak şekilde örtünerek yaşamayı mı?"
Not: Resmin kaynağı "shitholeofdumb"dan, alttaki harika yazıyı da "amorpheus" iliştirmiş. Çeviri naçizane bendeniz.
Sunday, May 15, 2011
Komşu Komşuya Veriyor
Eurovision büyük olay. Hayır sadece Türkiye'de değil; Avrupa'nın çok büyük kısmında. Erasmus'a gidip Benetton kataloğu gibi fotolar çektirip altına "OMG Jacques, you were HILARIOUS the other day. Lets meet again sumtime" yorumu ile azıcık utanma arlanma olmadan hunharca Fransızlara yazanlar bilir; Mayıs oldu mu baharla birlikte Eurovision da gelir ve ülkeler arası kaynaşma başlar. Şarkı muhabbetleri, eski deneyimleri hatırlamak, Youtube'dan kara bir propaganda: Jacques'a yazmak ve Eurovision'da her şey mübahtır zira. Birlikte otuurulup izlenen, yorumlar yapılan, oylar atılan bir gecedir bu. Öyle bir tek Türkler gaza gelmez; hatta kendi hatıratımda en objektif "ya o kadar da abartmamak lazım, şarkı kaliteleri normalde dinlediklerimizin bir hayli altında, oylamaların da geçerliliği hala sorgulanası" beyanıyla ortamdaki gazın içine eden en büyük ulus da biziz. Ne kadar önem verildiğini bundan iki yıl önce Patricia Kaas'ın Fransa için (ki en bi güzel Eurovision şarkısıydı ve Jacques-gillere yazmamda büyük bir etken oynamıştı), bu yıl da Blue'nun Birleşik Krallık için yarışmasından anlayabiliriz. Dün Twitter'da tam bir görmemiş burjuva hareketini gözümüze gözümüze sokarak kaldığı otelin bahçesinde Kanye West'in konser verdiğini söyleme hafifliğinde bulunan Alexa Chung'a gelen twitlerin yarısının da "F.ck Kanye, watch Eurovision" tandanslı olduğunu söylememe gerek yok.
Benim daha çok ilgimi cezbeden olay ise şu: Azerbaycan'ın galibiyetiyle sonuçlanan dünkü yarışmadan sonra Twitter'da fazlaca RT edilen "Azerbaycan nerde ki? Öyle bir ülke mi var ki? Onlar Avrupa'da mı ki? Ki ekini ayrı yazarak etrafa ne kadar bilgili ve elit olduğumuzu gösterebiliyoruz mu ki?" mottolu 140 karakterli beyanlardı. Kazakistan'ın Afrika'da olduğunu gururla söyleyenler sadece Facebooktaki "ÇOK GÜLECEKSİNİZ xD" "BEN KOYUYORUM FACEBOOK SİLİYOR!!!!!!!!!!!" başlıklı videoların Oklahoma sakinleri değilmiş meğer. Çok sevgili Avrupamız da bu benden sonra tufan görüşünü kendisine ödev bilmiş, motto bilmiş, hatta koluna dövme yaptırmış. (İlgili YÖzdil yazısını ve KTatlıtuğ fotosunu link olarak ekledim) Kendisini ilgilendirmeyeni silmiş, "ne işim olur ya" diye düşünmüş. Azerbaycan diye bir ülkenin varlığını yeni duymayı, sırf o ülke nispeten daha fakir ve az gelişmiş diye gurur vesilesi saymış.
Yunanistan adına yarışan bu gencimize yeni sezonda yayınlanacak "X'in ölümsüz eserinden" dizisi için teklif götürülmüş.
Tabi Avrupalılar- Jacques'ı tenzih ederim- yaklaşık bir 10 yıl sonra, enerji bağımlılığı had safhaya ulaştığında Azerbaycan'a bu kadar kayıtsız kalabilecekler mi meçhul. 2007daki enerji krizi sonrası Rusya'nın Avrupa piyasalarındaki doğalgaz ve petrol monopolünü azaltmak için çalınan ilk kapının yine Azerbaycan olduğunu belirtmekte fayda var. Enerji ihracı yapan ülkelerin basamak basamak oluk oluk çağ atladığı dönemlerde sadece bir 10 yıllık süre içinde kimin kimi "bilmemeyi" gurur sayacağı çok da tahmin edilebilir değil.
Ayrıca dünyadaki ülkeleri "bilmemeyi" bir gurur saymak fazlaca cahilce geliyor bana; yani dünyanın olanağıyla donatılmış, gelişmemiş ülkelerdeki yaşıtları "günü kazasız belasız tamamlama" üzerine bir hedef seçmişken, türlü teknolojik aygıta paye biçen, tüketim sepetini maksimize eden (yazar burada ekonomi okuduğundan bahsediyor), en iyi eğitim imkanlarına sahip olan insanların Azerbaycan'ı bilmemesi garipten öte ürkütücü.
Bir diğeri de "Avrupa neresidir?" mantığı, zira Azerbaycan'ın Avrupa'da olmadığı için Eurovizyon'da da olmaması gerektiğine inananlar var.
Eğer coğrafi bir Avrupa tanımından bahsediyorsak, Azerbaycan'ın yanına İsrail, Ermenistan, Gürcistan, hatta ve hatta Malta, Kıbrıs Rum Kesimi, Rusya ve Türkiye'yi de koyup onları bu elit kıtanın pek müstesna müsabakasından uzaklaştırmalı. Yok eğer bir Avrupa Birliği üyeliği süreci ise sorun: bu listeye bir kısım post-Sovyet ülkelerini de eklemek şart (Beyaz Rusya, Litvanya, Moldovya, Arnavutluk vs) Yok eğer Greco-Roman, Judeo-Christian denilen, kültüren köklerini Roma ve Yunan kültüründen alan ve dini bazda Hıristiyanlık ve Yahudilikte birleşen bir Avrupa'dan bahsediyorsak- ki sanırım genel kanı bu yönde- hah o zaman defedilesi iki ülke kalıyor: Türkiye ve Azerbaycan. O zaman da 25 yıldır bizim Eurovision'da ne işimiz vardı, neden rezil olduk diye Ajda Pekkan'ı olsun, MFÖsü olsun hatta YÜKSEK SADAKAT'i olsun bir tepki gelmez mi güzide sanatçılarımızdan?
Herneyse ben bu girdiyi ödev yapmamak için kaleme aldığımdan (ki bunun öncesi 3 saatlik bir Eurovision izlemesi) artık yazmayı kesmenin farz olduğu bir saatte; Azerbaycan'ı tebrik ederek ama en güzel parçanın da İtalya'nınki olduğunu bilerek bitireyim.
Ayrıca Fransız ve Yunan yarışmacılara da buradan sevgilerimi yolluyorum Ankara'da her daim bir kapınız var bilin gençler.
Tuesday, May 3, 2011
How Come Everytime You Come Around My London Bridge Wanna Go Down- or a Tribute to N
Yine nostalji. 2010 Temmuz.
N kısa bir süreliğine Ankara'ya gelmiş; ama ben o sıralar invelit olduğumdan sosyal hayatını başkalarıyla (N'in ben dışındaki tüm arkadaşları: BAŞKALARI) doldurmuş; benim de görüşmelerim asistanımsılığım falan derken anca buluşabildik.
Kendisiyle ilginç bi ilişkimiz var, yaklaşık 2 yıldır tanışıyoruz ama toplasan maksimum 2 kere görüşmüşüzdür- bi tanıştığımız yerde -o da Metallica konseriydi- bi de ben kolumu kırınca en yakın mecra olarak onu aramıştım o da Lufthansa mı KLM mi artık herhangi bir über-pahalı uçak şirketinin Amsterdam seferine atlayıp gelmişti; bi de verdiği meblağdan sadece basit bir ulaşım hizmetinden fazlasını beklediğinden olsa gerek 2-3 saat bana hosteslerin menopoz görünümlerinden ve Deborah Cingılbörtlüklerinden bahsetmişti ben orada can çekişirken. (Yani tamam can çekişmiyordum da hoş bi durumda da değildim)
N aslında İstanbullu ama tüm dünyaya entegre olmuş bir globalizasyon insanı; kâh Strasbourg'dan bana Güdüllü Osman linki atar, kâh California banliyölerindeki barbekü partilerinde çekilmiş resimlerini gönderir, kâh arkadaşlarıyla Alplere kaymaya gider (tamam burası yalan ama yapsa yadırgamam). Tabi elinde böyle imkanlar bulununca da Ankara'ya gelip hadi Sincan Harikalar Diyarı'nda unutamayacağımız bi gün geçirelim demesini beklemediğimden ilişkimiz Skype ve msn bütünlüğünde devam etti.
Ama işte nedense tesadüfler bir araya gelmiş, planlar yapılmış, biletler alınmış; N de kendisini sıkıcı olarak pazarlanan ama -bence- kendi içinde süp eğlenceler bulunduran başkentinde bulmuş. Biz de benim bu mottomu kara çıkarmayacak derecede güldük, eğlendik, N'in özlemlerini giderdik (Mantı, Şalgam, Börek ve bir adet Ozan Doğulu albümü) (ki o böreği elceğizlerimle açtığım da tarihe altın harflerle yazılsın) (albümü ben almadım ama)
Hayal falan da kurduk; işte ben Londra'ya yerleşeceğim, N Strasbourg'da okuyor zaten, böyle her dandirik gavur bayramında birbirimizi ziyaretlere boğacağız. Sonra o mezun olacak, atlayacak bir underground metroya varacak Londra'ya (tabi bunun için benim sadece orada master değil ,doktorayı da bitirip bi işe falan başlamam lazım, öyle güvensiz N'in eğitim hayatı) böyle stüdyomuzda mutlu mesut yaşayacağız. (dekorasyon planını restorandaki peçeteye çizmemize de 10 puan verilsin). Cuma akşamları Camden'dan başka adresimiz olmayacak, Regent's da yürüyüşler, BAFTA ödülleri kırmızı halı törenlerine 3 gün önceden kamp kurmacılık; öyle hayaller. Piccadilly'de beş çayı bile içtik artık ne kadar uçtuysak. En son ben Alex Turner'la evlenirken N de Kate Moss ve Daisy Lowe arasında kalmıştı garibim, dedik çok gittik yavaşlamak candır.
Sonra böyle yolda bi arkadaşa rastladım, bu yıl mezun oldu, Amerika'ya falan master-doktora başvurdu, dersleri de baya iyiydi- hiç kabul alamamış, o yüzden ODTÜde devam edecekmiş akademik yaşantısına.
Ben bi çöktüm orada Alex Turner gelse güldüremez. (en azından ilk 1 dakika için, sonra güldürür, güldürmekten fazlasını bile yapar)
Böyle Nle işte sözde görüşemediğimiz yılların (evet yıl) acısını çıkaracaktık ama yok; ben bi anda Kuğulu Park'ın ortasında ağlamaya başladım, N de yazık babam gibi, "hadi gel bak waffle yiyelim Mado'da, yanında da sıcak çikolata alayım mı sana" falan diyo ben sümkürsalak kıvranıyorum. Gelen geçen de bize bakıyo anlam veremiyolar, elin 5 yaşında bebeleri önümden "biz bile artık hayatın getirdiği sıkıntılara zırlamıyoruz sana noluyo" diye gurur yapıyolar ben iyice çöküyorum. N kesin içinden "onca yol katet gel, bi pmsli kızı avutmak için" diye küfür etmiştir.
N'de dünyanın en kötü teselli vericisi, yani babam- ki bu konulardaki epic failure'u nam salmıştır- yanında geceleri Saba Tümer'e çıkan Kuantumcu kadınlar gibi kalır.
O değil de fB Kuantumculara deli gibi inanmaya başlamış, o gün eş zamanlı olarak House izliyoduk TNTde (viral marketingin dibine vurmak) aradı diyo ki çok kuantum yapsam (bkz. kuantum yapmak) Chase'len evlenir miyim?
Hemen uzmanlığımı konuşturdum, "bak fBcim" dedim, bi de böyle psikolog anlayışı toleransı sesi kullandım "zodyak 12.evreye girmiş, sen neyden bahsediyosun?" Öyle demedim de, şunu dedim:
1.Robert Chase için kuantum yapamazsın; çünkü öyle biri yok. Kuantum olmayan bir şeyi var edemez; sadece olanı sana getirir -oha yıllarımı bu gaye uğrunda harcasam şu cümleyi kuramam- o yüzden ancak Jesse Spencer için yapabilirsin bunu.
Jesse Spencer da merak edenler için şu: (bak googlelamayın diye nasıl bin dereden su getirmece bende)
http://www.buddytv.com/articles/House/Images/jesse-spencer-1.jpg
Burada da böyle kırılgan hassas ama aynı zamanda başarılı doktor imajı verilmiş en sevdiğimden.
(ps: fB burayı okuyo ama dayanamıcam kendim için yapıyorum ya Jesse Spencer'ı, Aussie gördüm mü harcarım BUNU HERKES BİLİR)
2.Ben onu Johnny Depp için yaptım olmuyo kes sen işine bak.
Dedim yani bunları gecenin köründe mundar ettim fByi. İnanmayın arkadaşım böyle şeylere.
Her neyse, nerede kalmıştık.
Hah, bak muhabbet şöyle:
N: Ya bak sen gidemezsen kimse gidemez.
I: Ya bana ne başkalarından gitsinler gitmesinler, ben gitmek istiyorum sorun o.
N: Tamam gidersin işte.
I: Ama bak kimse gidememiş.
N: Hani başkalarını takmıyodun
I: Üf sen benim yanımda mısın karşımda mı, onu bileyim ona göre laf söylicem sana.
N: Kızım, gidersin, bak sen gidemezsen kimse gidemez.
Böyle loop içinde dönüyoruz. Artık bi süre sonra sosyal çevremin akademik hayatlarına vatandaşı oldukları ülkede devam etmelerinin nedenini N olarak görmeye başlamışım ki delicesine bağırdım parkın ortasında, kuğular ürktü yeminle.
Böyle bi yandan ağlıyorum bi yandan N'ye bağırıyorum; o da garibim boynunu büktü duruyo öyle. Biri bana haksız nedenle bağırsa var ya, hayata geldiğine pişman ederim, annesiyle babasının prezervatif alım gücünü artırırım; ama yazık o öylece durdu.
Bi teyze geldi "hanım kızım yakışıyo mu sana böyle bağırmak, bak arkadaşın da üzülüyo" dedi ben orada reel hayata geri döndüm; anladım hatamı yalvar oldum yakar oldum N'ye sonra da kendimi affetirmek için sıcak çikolata ısmarladım
Sonra baktım ki "thou shalt taste thy own medicine" tarzında benim her zaman üşenmeden kullandığım "mağduriyet kartını" kullanmış N; o da şudur ki en ufak bi ses yükseltici münakaşada -ama geyikten olmayan- hemen mağdur pozisyonuna yatmak. Böyle içinden "iki nanogramlık beyninle bana atar mı yapıyosun aptal" "kimsin ki sen" "of Arcticler Türkiye'de de konser verse ya nolur versin noolur noolur" diye cümleler geçerken dışımdan böyle dudak büzmece, ufuklara bakmaca, söyleyecek bişey varmış gibi yapmaca ama söylememece falan. Buğulu Gözler 5.
Bunu da buraya ifşa etmem can oldu.
Yani biz N'le öyle bi kavga etmedik hiç allahtan (2 kere görüşülen mecralarda ne kavgası- msndeki atışmalar da genelde "bak kırılıyorum amaa :(((" modu); ama kesin öyle yaptı, çünkü sıcak çikolatayı görünce çocukta ne gam kaldı ne keder; ben ona iki dakika önce ağzıma geleni söylemişim, Kuğulu Park'ın CHP Kadın Kolları gibi salınan konkenci teyzelerine rezil etmişim bünyesini; umru bile olmadı şakalar espriler hayaller gırla gitti.
Tamam sonrasında ben de mutlu oldum eski halime geri döndüm ama yine de içimde sıkıntılar mevcut.
Of Britanya, al beni kollarına, söz ölümcül düzenli çalışıcam aksatmıcam hiçbi şey, oraya kapağı atınca sanki hırs yapmamış gibi "ya aslında burada da bişe yok bak Turkey Rulaz" diye ikiyüzlü beyanlar da vermicem, beyin göçüyorum ya size daha ne istiyosunuz, benim gibisini nerede bulacaksınız, ya bütün dünya benim gibilerle dolu, kulunuz köleniz olurum of lütfen aç kapıyı.
Kuantum mu yapsam?
Jesse Spencer'lı Londra günleri. Dadından yinmez.
Tamam Jesse Spencer olmasa da olur; ama Londra? please?
ps: Londra'da 3 okula başvurdum, 2sinden kabul aldım. Gidebilecek miyim kesin değil.
Friday, April 22, 2011
Nuri
-Normalde sık görüşmediğim -hiç görüşmediğim- msn'de bile doğru düzgün konuşmadığım bir arkadaşım var. Bir parti olsun, festival olsun, şenlik olsun, "akşam çıkıyoruz" olsun bu tip okazyonlara beni bir kere bile çağırmamış neşesine ortak etmemiştir ama ne zaman ki canını sıkan kafasını bozan bi olay olur hemen beni arar. Hemen mi bilmiyorum belki daha önceden yadsınamayacak bir güruhun kafasını bellemiştir ama beni de arar yani eksik etmez hüznünden sağolsun. (Aynen Arda gibi "canııığğm")
Neyse bu arkadaş aşk acısı çekiyomuş beni aradı. Hemen kürümü uyguladım.
a) önce "aşk acısı yoktur ego yaralanması vardır" adlı 25 dakikalık monologumla "Kahır Mektubu Returns" ödülünü Zeki Müren'in elinden aldım.
b) Minik bir simülasyonla içinde bulunduğu durumu anlattım. (Sezen Aksu-Kurşuni Renkler: ona acısının nasıl göründüğü, Yıldız Tilbe-Çabuk Olalım Aşkım: acısının aslında ne olduğu)
c) Phoebe'nin Ross'un gaydasına "sing along" ettiği o harikuşahane linkle gönüllerde taht kurdum. (ilgilenenler için:TOW Joey's New Brain)
d) Sonra bi ara içten içe "sanki işimiz gücümüz yok senin dandik sözde aşk acın için kendimizi hırpalıcaz. Bi gün de iyi bişey için ara denyo" diye atarlanıp hayatımın ne kadar güzel olduğundan bahsettim.
e) "Ya çok seviyosan git konuş bence" dedim. Bence komikti ama gülmedi.
Benim aşk acısı için kürüm yokmuş onu öğrendim bu vesileyle. Aman çok da umrumda. Sadece kötü günde aramayın beni arkadaşım iyi günde de görün ya.
- Ben Konstantin Levin'i Aleksey Vronski'ye tercih eden şanslı azınlığım.
- "Takdir"in "taktir" olarak yazılmasını ancak biri Türkçe'yi yeni öğreniyorsa anlayışla karşılayabilirim.
- Şu muhabbet aramızda geçmedi değil
N:
*fatmagulun son bolumunu izledinmi nogldu
I:
*izlemedim
*televizyon izlemiyorum ben
*ÇOK BANAL
*APTAL KUTUSU BENCE :(((((((((((
N:
*:D
*bisiktirsinler onlar da yavsak picler
*sanki notebookta izledikleri dizi tvde yayinlanmiyo amk
*koduumun mantigina bak
I:
*asdjalskdjşalsdkafoırhfhasdjalskdjasda
*harbiden
N:
*bitanesine sike sike nuri izleticem
*bak bakalim kaliyo mu o hipsterlik
I:
*askdjalksdja hakkaten de
*nuri çok kötü ya
- Andrew Garfield gençler. Maşallah. Zaten ben bu eserimizi E ve G'yi zorla götürdüğüm Lions for Lambs adlı öyle sözde politik mesaj verip "bakın biz de kendimizi eleştiriyoruz ölcez demoktratiklikten" kaygısı güdülerek çekilmiş, ödülünü Mahsun Kırmızıgül'den alan bi filmde keşfetmiştim. Adeta bir talent scout'tım o günlerde. Her neyse, tabi bu gencimiz çosüp bi oyuncu olduğundan kendini Robert Redford'un yancılığından yüksek noktalara getirmeyi başardı. The Social Network'teki Eduardo ve şu son Örümcek Adam dersem yararı olur umarım. (Favorim kesinlikle Never Let Me Go'dur; buradan beni takip eden Hollywood yapımcılarına sesleniyorum şu sübyan görünümlü ama gayet olgun abimize bi chick flick bi aşk şeysi çektirin nolur) Her neyse, ben yine ödev yapmamak için Wikipedia'da Lady Gaga kaç numara ayakkabı giyiyo onu araştırırken Andrew Garfield'ın bi kısa filmde oynadığını gördüm; hemen indirdim filmi tabi. Bir heyecan, bir telaş; aha dedim aşk filmi aman sabahlar olmasını wuhu dedim dımçıkıpavpav dedim içimden.
Kahve yaptım kendime hatta babamın İsviçre'den getirdiği ama Obama'nın elinden almış eğer biterse de CIA tarafından Guantanamo'ya tıkılacakmışız gibi sakladığı çikolataları bile arakladım; açtım filmi.
İki robotun aşkının anlatıldığı filmde Andrew Garfield'ın yüzünden başka her yeri görünüyodu. (Her yeri derken, unfortunately, not "her" yeri) Kafasına "robot" olduğunu tanımlayan bir kutu geçirmişler, bizimki de oradan oraya dolaştı falan. Ben de buna 40 dakikamı ayırdım, "belki bişe olur, kutuyu çıkarır" diye diye bekledim. Bi de en ilginç tarafı bu ikisinin dışında herkesin yüzü görünüyodu.
Spike Jonze'a "arkadaşım yakışıklı adam görmeyeceksek niye bize film izlettiriyosun 40 dakika da olsa ben sana Nuri'yi izletiyo muyum" diye mesaj atıcam twitterdan. Kendisine örnek olarak da The Imaginarium of Doctor Parnassus filmini örnek göstericem (alfabetik sırayla): Andrew Garfield, Colin Farrell, Heath Ledger, Johnny Depp ve Jude Law'u birleştiren bu muhteş sanat eserini. Ve eklicem: bugün hala orgazma orgazm diyosak bunun nedeni the imaginarium of doctor parnassus öbeğinin çok uzun olmasıdır.
- Bi de Andrew Garfield B ile aynı günde doğmuş. (Gün derken: gün-ay-yıl; hepsi aynı) Dini ve milli bayramlarımızın genişletilmesinin yasa tasarısı meclisten geçti.
- Nuri çok kötü ya cidden.
Neyse bu arkadaş aşk acısı çekiyomuş beni aradı. Hemen kürümü uyguladım.
a) önce "aşk acısı yoktur ego yaralanması vardır" adlı 25 dakikalık monologumla "Kahır Mektubu Returns" ödülünü Zeki Müren'in elinden aldım.
b) Minik bir simülasyonla içinde bulunduğu durumu anlattım. (Sezen Aksu-Kurşuni Renkler: ona acısının nasıl göründüğü, Yıldız Tilbe-Çabuk Olalım Aşkım: acısının aslında ne olduğu)
c) Phoebe'nin Ross'un gaydasına "sing along" ettiği o harikuşahane linkle gönüllerde taht kurdum. (ilgilenenler için:TOW Joey's New Brain)
d) Sonra bi ara içten içe "sanki işimiz gücümüz yok senin dandik sözde aşk acın için kendimizi hırpalıcaz. Bi gün de iyi bişey için ara denyo" diye atarlanıp hayatımın ne kadar güzel olduğundan bahsettim.
e) "Ya çok seviyosan git konuş bence" dedim. Bence komikti ama gülmedi.
Benim aşk acısı için kürüm yokmuş onu öğrendim bu vesileyle. Aman çok da umrumda. Sadece kötü günde aramayın beni arkadaşım iyi günde de görün ya.
- Ben Konstantin Levin'i Aleksey Vronski'ye tercih eden şanslı azınlığım.
- "Takdir"in "taktir" olarak yazılmasını ancak biri Türkçe'yi yeni öğreniyorsa anlayışla karşılayabilirim.
- Şu muhabbet aramızda geçmedi değil
N:
*fatmagulun son bolumunu izledinmi nogldu
I:
*izlemedim
*televizyon izlemiyorum ben
*ÇOK BANAL
*APTAL KUTUSU BENCE :(((((((((((
N:
*:D
*bisiktirsinler onlar da yavsak picler
*sanki notebookta izledikleri dizi tvde yayinlanmiyo amk
*koduumun mantigina bak
I:
*asdjalskdjşalsdkafoırhfhasdjalskdjasda
*harbiden
N:
*bitanesine sike sike nuri izleticem
*bak bakalim kaliyo mu o hipsterlik
I:
*askdjalksdja hakkaten de
*nuri çok kötü ya
- Andrew Garfield gençler. Maşallah. Zaten ben bu eserimizi E ve G'yi zorla götürdüğüm Lions for Lambs adlı öyle sözde politik mesaj verip "bakın biz de kendimizi eleştiriyoruz ölcez demoktratiklikten" kaygısı güdülerek çekilmiş, ödülünü Mahsun Kırmızıgül'den alan bi filmde keşfetmiştim. Adeta bir talent scout'tım o günlerde. Her neyse, tabi bu gencimiz çosüp bi oyuncu olduğundan kendini Robert Redford'un yancılığından yüksek noktalara getirmeyi başardı. The Social Network'teki Eduardo ve şu son Örümcek Adam dersem yararı olur umarım. (Favorim kesinlikle Never Let Me Go'dur; buradan beni takip eden Hollywood yapımcılarına sesleniyorum şu sübyan görünümlü ama gayet olgun abimize bi chick flick bi aşk şeysi çektirin nolur) Her neyse, ben yine ödev yapmamak için Wikipedia'da Lady Gaga kaç numara ayakkabı giyiyo onu araştırırken Andrew Garfield'ın bi kısa filmde oynadığını gördüm; hemen indirdim filmi tabi. Bir heyecan, bir telaş; aha dedim aşk filmi aman sabahlar olmasını wuhu dedim dımçıkıpavpav dedim içimden.
Kahve yaptım kendime hatta babamın İsviçre'den getirdiği ama Obama'nın elinden almış eğer biterse de CIA tarafından Guantanamo'ya tıkılacakmışız gibi sakladığı çikolataları bile arakladım; açtım filmi.
İki robotun aşkının anlatıldığı filmde Andrew Garfield'ın yüzünden başka her yeri görünüyodu. (Her yeri derken, unfortunately, not "her" yeri) Kafasına "robot" olduğunu tanımlayan bir kutu geçirmişler, bizimki de oradan oraya dolaştı falan. Ben de buna 40 dakikamı ayırdım, "belki bişe olur, kutuyu çıkarır" diye diye bekledim. Bi de en ilginç tarafı bu ikisinin dışında herkesin yüzü görünüyodu.
Spike Jonze'a "arkadaşım yakışıklı adam görmeyeceksek niye bize film izlettiriyosun 40 dakika da olsa ben sana Nuri'yi izletiyo muyum" diye mesaj atıcam twitterdan. Kendisine örnek olarak da The Imaginarium of Doctor Parnassus filmini örnek göstericem (alfabetik sırayla): Andrew Garfield, Colin Farrell, Heath Ledger, Johnny Depp ve Jude Law'u birleştiren bu muhteş sanat eserini. Ve eklicem: bugün hala orgazma orgazm diyosak bunun nedeni the imaginarium of doctor parnassus öbeğinin çok uzun olmasıdır.
- Bi de Andrew Garfield B ile aynı günde doğmuş. (Gün derken: gün-ay-yıl; hepsi aynı) Dini ve milli bayramlarımızın genişletilmesinin yasa tasarısı meclisten geçti.
- Nuri çok kötü ya cidden.
Thursday, March 24, 2011
Amerikan Dizileri Senaryo Adayı
1. "Gelecek haftasonu Ankara'dayım" dedi. Ben hem onun sesinin duymanın bir türlü diminishing-returns'e geçememiş heyecanıyla, hem de Jean Monnet stresiyle, "hmm"dan fazla tepki veremedim. Başkır yanımda olsa "aferin iyi taktik" derdi; ama B ile konuşuyordum, beni bir bakışta -ki fazlasıyla zümrüt yeşili içeriyordu- tanıyan bi çocukla. "Hayrola?" diye sorgu sesine kaygı tonunu serpiştirerek. "Neyin var?" Burs için sınava girmem gerektiğini anlattım, Avrupa Birliği, Jean Monnet, genişleme ve derinleşme politikası gibi kelimelerin içinde bulunduğu teknokrat cümlelerim bile konuşmamızın ışığını söndürememişti. "Çok kasmam lazım, günlük uyku saatimi 2ye indirmeliyim." dedim. "Haftasonu muhtemelen kapanır çalışırım" dedim. "Görüşemeyebiliriz" dedim. Kadere ve 1 yıllık master için bile anlamsızca para isteyen okullara küfür ettim. Zaten kısıtlı zamanımın olduğu ve benden kilometrelerce uzakta yaşayan çocuğu bile bana göstermeyen her şeye ana avrat giriştim. Ama içimden.
"Ben de gelmem o zaman." dedi. "Sınavdan sonraki hafta gelirim". Mutlu oldum.
2. Çalışmaya ara verdim. Fruit Tree dinlemek geldi içimden. Nick Drake'i anlatan en iyi öbeğin "a skin too few" olduğuna karar vermem çok zamanımı almamıştı; zaten orijinal bir fikre de imza atmış değildim. Yine de bir insanın ruhunun bedenine, hatta içine hapsolduğu zaman aralığına bile sığmamasının ne kadar zor olduğunu düşündüm. Hepimiz isterdik, bundan 65 yıl sonra hatırlanmayı, belki bir insancağızın gözlerinden yaş akıtıp iki notayla onu çözebilmeyi. Kaçımız cidden dayanabilirdi bunun ağırlığına, sayamadım. Gözlerimden yaşlar aktı, Nickciğim Drake ve Oğuzcuğum Atay'ı hayallerimde tanıştırdım. Birbirlerine utangaç bir selam verdiler, bir süre iletişimleri kısa cümleler ve klişeler üzerinden oldu, kalabalıklar arasıdna yaşayamamalarına verdim, sevindim. "Ben gidiyorum" dedim, zaten ait değildim yanlarına. Hem belki yalnızken sohbetleri kalabalıklaşırdı. Benim yerim sıradanlığın yanıydı, üç-beşin hesabıydı, alışmıştım.
Mailimi açtım, en istediğim okuldan en istediğim cevabı gördüm. Mutlu oldum.
3. Kendisini sadece 7 aydır tanımama rağmen çok sevdiğim, çok saygı duyduğum, çok (buraya en asil duyguları ekleyelim) ve bu başvuru sürecinde elimden tutmuş, bana muhteşler ötesi bir referans yazarak belki normalde giremeyeceğim okulların kapısını sonuna kadar açmış hocama aldığım bu son kabulü söyledim. Işıl niye hemen söylemiyorsun diye serzenişte bulundu. Hocam internet insanı değilim ben yüzyüze söyleyeyim istedim dedim. Dünyanın en zevkli teori dersini vermiş, bi de üstüne bana iyiliğin âlâsını yapmış bi insana "kabul aldım :)" diye mail atmak samimiyetsizlikle eşdeğerdi benim için.
"Hocam çok teşekkür ederim, siz olmasaydınız kabul alamazdım." dedim. "Evet" dedi başını sallayarak. "Ama ben de sen olmasaydın yapmazdım bunları." Mutlu oldum.
Şu an hayatımın biricik sorunları iki süpsüp okul arasında seçim yapmak ve B'yi en kısa zamanda görmeye çalışmak (Çarşamba akşamı itibariyle bana yine Istanbul yolları)
Bir de bence burayı okuduğunu bildiğim C'yi bi şekilde ikna edip o festivale gitmeli.
"Ben de gelmem o zaman." dedi. "Sınavdan sonraki hafta gelirim". Mutlu oldum.
2. Çalışmaya ara verdim. Fruit Tree dinlemek geldi içimden. Nick Drake'i anlatan en iyi öbeğin "a skin too few" olduğuna karar vermem çok zamanımı almamıştı; zaten orijinal bir fikre de imza atmış değildim. Yine de bir insanın ruhunun bedenine, hatta içine hapsolduğu zaman aralığına bile sığmamasının ne kadar zor olduğunu düşündüm. Hepimiz isterdik, bundan 65 yıl sonra hatırlanmayı, belki bir insancağızın gözlerinden yaş akıtıp iki notayla onu çözebilmeyi. Kaçımız cidden dayanabilirdi bunun ağırlığına, sayamadım. Gözlerimden yaşlar aktı, Nickciğim Drake ve Oğuzcuğum Atay'ı hayallerimde tanıştırdım. Birbirlerine utangaç bir selam verdiler, bir süre iletişimleri kısa cümleler ve klişeler üzerinden oldu, kalabalıklar arasıdna yaşayamamalarına verdim, sevindim. "Ben gidiyorum" dedim, zaten ait değildim yanlarına. Hem belki yalnızken sohbetleri kalabalıklaşırdı. Benim yerim sıradanlığın yanıydı, üç-beşin hesabıydı, alışmıştım.
Mailimi açtım, en istediğim okuldan en istediğim cevabı gördüm. Mutlu oldum.
3. Kendisini sadece 7 aydır tanımama rağmen çok sevdiğim, çok saygı duyduğum, çok (buraya en asil duyguları ekleyelim) ve bu başvuru sürecinde elimden tutmuş, bana muhteşler ötesi bir referans yazarak belki normalde giremeyeceğim okulların kapısını sonuna kadar açmış hocama aldığım bu son kabulü söyledim. Işıl niye hemen söylemiyorsun diye serzenişte bulundu. Hocam internet insanı değilim ben yüzyüze söyleyeyim istedim dedim. Dünyanın en zevkli teori dersini vermiş, bi de üstüne bana iyiliğin âlâsını yapmış bi insana "kabul aldım :)" diye mail atmak samimiyetsizlikle eşdeğerdi benim için.
"Hocam çok teşekkür ederim, siz olmasaydınız kabul alamazdım." dedim. "Evet" dedi başını sallayarak. "Ama ben de sen olmasaydın yapmazdım bunları." Mutlu oldum.
Şu an hayatımın biricik sorunları iki süpsüp okul arasında seçim yapmak ve B'yi en kısa zamanda görmeye çalışmak (Çarşamba akşamı itibariyle bana yine Istanbul yolları)
Bir de bence burayı okuduğunu bildiğim C'yi bi şekilde ikna edip o festivale gitmeli.
Thursday, March 3, 2011
Cosmopolitan'ın Erkekler İçin Olanı
FHM sanırım. veya Boxer.
Bu tip dergileri pek karıştırmadığım için muhteviyatında "Sevgilinizi Cezbetnmenin 10 Altın Yolu" "Yatakta Eskisi Gibi Değil Mi? :(" "Ebru Şallı'dan Pilates Önerileri" gibi başlıklar var mı, o duruma henüz hakim olamadım.
Yine de yolu ergenlikten geçen/geçmiş her kişioğlunun çokça hormonal yaşadığından bihaberim, karşıcinsi (belki de hemcinsi) tavlamanın o kadar kolay olmadığını, en azından şaşaalı, kuşe kağıtlı ve Conde Nast adresli dergilerde yazan kadar pratik tariflere sahip olmadığının farkındayım.
Yine de burayı okuyan erkek cinsiyetli arkadaşlarıma bu nasihati vermeyi bir borç bildim.
Arkadaşlar, elimize hemen bir klasik gitar alıyoruz. Şu şarkıyı öğreniyoruz:
http://www.youtube.com/watch?v=3yqM--IMkX4
Sizin için tablerini de koydum bu iyiliğim unutulmasın, Anna Wintour bile bu kadar sıcak yaklaşmadı okurlarına:
http://tabs.ultimate-guitar.com/d/damien_rice/cannonball_ver3_tab.htm
Hoşlandığımız kıza, aramızın soğuk olduğu sevgilimize, long-distance relationshipten ölen canlara söylüyoruz, şenleniyoruz; sevgi yumağı, aşk bulutu olup çıkıyoruz.
Ben de ülkenin üreme oranına katkıda bulunarak ödülümü başbakanın elinden alıyorum.
Haydi gençler, Mart geldi hem.
Bu tip dergileri pek karıştırmadığım için muhteviyatında "Sevgilinizi Cezbetnmenin 10 Altın Yolu" "Yatakta Eskisi Gibi Değil Mi? :(" "Ebru Şallı'dan Pilates Önerileri" gibi başlıklar var mı, o duruma henüz hakim olamadım.
Yine de yolu ergenlikten geçen/geçmiş her kişioğlunun çokça hormonal yaşadığından bihaberim, karşıcinsi (belki de hemcinsi) tavlamanın o kadar kolay olmadığını, en azından şaşaalı, kuşe kağıtlı ve Conde Nast adresli dergilerde yazan kadar pratik tariflere sahip olmadığının farkındayım.
Yine de burayı okuyan erkek cinsiyetli arkadaşlarıma bu nasihati vermeyi bir borç bildim.
Arkadaşlar, elimize hemen bir klasik gitar alıyoruz. Şu şarkıyı öğreniyoruz:
http://www.youtube.com/watch?v=3yqM--IMkX4
Sizin için tablerini de koydum bu iyiliğim unutulmasın, Anna Wintour bile bu kadar sıcak yaklaşmadı okurlarına:
http://tabs.ultimate-guitar.com/d/damien_rice/cannonball_ver3_tab.htm
Hoşlandığımız kıza, aramızın soğuk olduğu sevgilimize, long-distance relationshipten ölen canlara söylüyoruz, şenleniyoruz; sevgi yumağı, aşk bulutu olup çıkıyoruz.
Ben de ülkenin üreme oranına katkıda bulunarak ödülümü başbakanın elinden alıyorum.
Haydi gençler, Mart geldi hem.
Monday, February 21, 2011
Master-bation Part I (Esprili Şakalı Sanılan ama Ciddi Entry)
Buraya komiklikli şakalı bi şey yazacaktım; ama vatana millete hayrım dokunsun istedim. Bi de komiklik şaka isteyen adam zaten buraya gelinceye kadar binlerce Umut Sarıkaya öyküsünü/karikatürünü hatmeder diye düşündüm.
O yüzden şu aralar üzerinde en çok zaman ayırdığım şey olan "master başvuruları" ile ilgili birkaç satır karalıyorum.
Alttaki maddeler tartışmaya açık olup, yine de belli bir yol haritası çizmesi bakımından göz önüne alınasıdır.
Avrupa'da bilimum okullara başvurmak için
1.Ne istediğinizi bilin.
Sırf "gitmiş olmak için" başvurmayın, eğer amacınız buysa iyi okulları denemeyin. Kazanabilirsiniz, evet, burs da bulursunuz, tamam; ama devam ettirmeniz zor olabilir. Master dedikleri olay Türkiye'deki gibi bütün gün yatalım akşam çalışırız mantığını aşıyor. 4-5 saatlik uykular, okunması ve anlaşılması gereken makaleler, lisanstan çok daha zorlu bir eğitim süreci sizi bekliyor. Sevmiyorsanız, "ya bunları nerde kullancaz ki" mantığını hâlâ aşamamışsanız hiç bulaşmayın. "Senin uğrunda çektiğim çile yalnızca sevinç olur bana" tandanslı bir Orhan Gencebay şarkısı yazarıysanız alt metne geçebilirsiniz. Bizim geçen yılın bölüm birincisini bile oflatıp puflatan bir eğitim anlayışından söz ediyoruz en nihayetinde.
2.Bütçenizden belli bir meblağı bu iş için hibe edeceğinizin farkında olun.
Application fee (başvuru ücreti), kimi belgelerin mektup yoluyla yollanması, TOEFL-GRE formatındaki sınavlara giriş ücreti, sınav sonuçlarının ilgili okullara yollanması derken hiç de azımsanamayacak bir tutarı okullara akıtacağınız acı bir gerçek. Şöyle ortalama bir okulu ele alalım:
Başvuru Ücreti: (Benim başvurduğum çoğu okulda başvuru ücreti yoktu; ama İngiltere'nin üst düzey okulları -Cambridge, LSE, Oxford, vs.- 30 pound civarı takarlar size)
Belgelerin Yollanması: Online başvurunun yanı sıra hardcopy belgeyi adresine postalamanızı isteyen okullar da mevcut; Bilkent'te DHL'in kampanyası olduğu için burayı 20 tl tutarında alıyorum.
TOEFL sonucunun gönderilmesi: ETS bu yıl her bir sonuç için 17$ aldı.
GRE sonucunun gönderilmesi: GRE sınavının sonunda bedava sonuç gönderilebilecek 4 okul seçebiliyorsunuz, bu listede olmayan bir okul için ekstradan 23$ ödemeniz gerekiyor.
Burada yaklaşık 200 tl hesapladık; ama gözünüz korkmasın. Çoğu okul başvuru ücreti almıyor, hardcopy belgeyi ancak kabul edilirseniz bekliyor, TOEFL-GRE sonuçlarınızı da scan ettirip başvurunuza ekliyorsunuz.
3.Referanslarınızı bollayın.
Avrupa'daki okullar genelde 2 referanstan fazlasına tamah etmez. (Oxford bu konuda istisnasını koruyup 3e göz diker). Siz sakın işi ikiyle sınırlamayın; üç, hatta dört kişiye gidip referans dilenin. Hatta "hayatta vermez" diye düşündüklerinizin bile kapısını çalın. (Akademik hayatın ne getireceği belli olmuyor) Hiç ummadığınız insanlardan aldığınız onay güveninizi yerine getirebilir. Ayrıca başvuru sürecinde hocaların "ay çok işim vardı yazamadım", "5ten fazla okula referans göndermem" "xxx bölümü sana uygun değil yazma orayı" gibi baskılarına maruz kalmaz, referanslarınızı istediğiniz gibi kombine edersiniz.
4.Referanslar Continued
Hocalara gittiğiniz zaman mıymıy konuşmayın, bir dosyaya transkriptinizi, statement of purpose'unuzu, başvurmayı düşündüğünüz okulların bir listesini, TOEFL-GRE-GMAT sonuçlarınızı koyarak gidin. Araştırmanızı önceden yapmış olun. Bu tip bir ön çalışma size hem artı puan kazandırır hem de görüştüğünüz kişinin size daha spesifik yardımlarda bulunmasını sağlar. "Ben Avrupa istiyorum" demekle "Ben Robotik çalışmak istiyorum ve sanırım en iyi üniversite Munchen" demek arasındaki farkı herkes görür. Zaten hocanız da referans yazarken bu dosyadaki belgelere başvuracağından siz eşeğinizi sağlam kazığa bağlamış olursunuz.
5.Pasaport işlemlerine başlayın:
Çoğu Avrupa üniversitesi başvuru sırasında vize işlemleri ve daha fazlası için sizden geçerli bir pasaport numarası isteyebilir. (Fransa'da bazı okullar pasaportunuzun fotokopisinin scanini bile bekler) "Pasaportum yok" diyip de sıkıntıya girmemek için baştan halledin.
6.TOEFL-GRE
TOEFL sınavı neredeyse her bölüm için elzem. Başvurulan bazı programlar eğitim dili İngilizce olan okullarda okumayı yeterli kabul etse de, genel eğilim şöyle kelli felli, tüm dünyaca kabul gören bir dil-yeterlilik belgesinin varlığına kaymakta. Amerikan okulları ağırlıklı olarak TOEFLı gösterirken İngiltere'de karşınıza IELTS de çıkabilir. Ben sadece TOEFLa girdiğim için karşılaştırma yapamıyorum ama internetteki yorumlarda IELTS'in daha kolay olduğu, ve özellikle Speaking bölümünde TOEFL gibi makinaya konuşturmak yerine karşınıza kanlı canli bir insan evladı geçtiği için daha hümanist takıldığı yazıyor. Karar sizin.
Mühendislik fakülteleri öyle harikalar yaratmanızı beklemeyebilir; internet-based test üzerinden 90ı alsanız yeter de artar. Sosyal bilimler biraz daha fazlasını ister, birçok üniversitenin eşiği 100.
Bazı üniversiteler kriterleri detaylandırarak 4 bölümden (Okuma, Yazma, Konuşma ve Dinleme) 30 üzerinden en az 25 almanız gerekliliğini de eklerler. Mesela 3 bölümden 30u bastınız ama bir tanesi 10; 100ü tuttursanız bile başvuru kriterlerini tamamlamış olmazsınız.
Bu konuda karşılaştığım iki ekstrem örnek Oxford ve Cambridge. (Büyük oynamak değil, 'du bakalım nolcak' acaba mantığıyla başvurdum). Oxford MPhil Economics başvuruları için başvuru kriterini 100 alıyor; fakat "önerilen" TOEFL sonucunun da 109un üstünde olmasından dem vuruyor. Kısacası 'biz oraya o 100ü sen sevin, başvur, bize belli bir miktar başvuru parası öde diye yazdık ama seni almayacağız bilesin' diye indirekt mesajını basıyor. Cambridge daha dobra: Minimum puan 110 olmalı ve her bir bölümden en az 25 yapılmalı. 109 mu aldın? Elveda.
TOEFL için verebileceğim öneriler: Çalışın. İngilizce eğitim veren bir okulda tüm gününüz dersleri dinlemek, sunumlar yapmak, makaleler okuyup-yazmak olsa da sınavdan birkaç gün önce birkaç kitaba göz gezdirmekta fayda var.
Orijinal kitap almak yersiz. Arkadaşlarınızın kaynaklarından yararlanın, internetin illegal downloading kabiliyetini kullanın. Torrent sitelerinde yüzlerce çalışma paketi var.
Eksiğinizi belirleyin ve ona göre çalışın. Özellikle yazı bölümü zorlayabiliyor. (Birini 45 dakika, diğerini 1 saat içinde yazmanız gereken iki makale konunuz olacak). Çeşitli "phrase"leri öğrenin: Hence, Nevertheless, "it has been widely assessed" gibi lafları bilip yerleştirmek makalenize hava katabilir, bu tip kelimelerin olduğu listelere şöyle bir göz gezdirin. (Ezberlemeyin)
Çıkabilecek makale konularıyla ilgili alıştırma yapın.
Typing hızınızı geliştirmeye çalışın.
İngilizce klavyeye alışın; sınav süresince Türkçe klavye kullandırtmıyorlar noktanın virgülün yeri de haliyle karışıyor.
Ankara insanları (Behzat Ç'ciler) da sınav yeri olarak TOBBu tercih etsinler. Atılım'da girdiğim sınavda ben daha listeningi yaparken yanımdaki eleman speakingde bocalıyordu. İnsanın konsantrasyonu sürünüyor haliyle.
GREye gelince, Verbal kısmı rezalet. Bir arkadaşımın dediği gibi "binaenaleyh-mamafih" arasındaki ilişki aşağıdakilerden hangisinde vardır tandanslı sorularla dolu. Zaten neredeyse tüm okullar bu kısmı hiç kaale almadan sadece Quantitative ve Analytical Writing bölümlerindeki performansınıza bakıyor. Eğer Amerika'da Amerikan Dili ve Edebiyatı falan çalışmayacaksanız hiç ezberlemeye falan kasmayın, başaramazsınız zaten.
Mantıklı sıkma yeteneğinize güvenin. Ben GRE'de karşılaştığım "asundered" kelimesinin anlamını Sunderland'den çözmüştüm, bu tip beyin fırtınaları yardımcı olabiliyor. Hiç mi bilemediniz, atın gitsin.
Quantitative kısmı kolay görünebilir, ülkemiz ortalama ortaokul öğrencisine sorulan matematik problemi kıvamında. Yine de terimlerin ingilizcelerinde sıkıntı oluşabilir; radius, diameter, circumference gibi laflara aşina olun. Amerikalıların ölçü birimleri de farklı olduğundan çevrimleri de iyi bilin. İyi okulların her zaman tam puan istediğini düşünürsek 1 yanlış bile sizi çok geriye atabilir. (Harvard'a bakmıştım, 800 üzerinden 797 falan istiyolardı)
Analytical Writing kısmına da çalışmak lazım tabi, ben TOEFLdan gelen gazla pek çalışmamıştım; 4.5 aldım (6 üzerinden). Şöyle yine 4-5 saatinizi verip 2-3 pratik yaparsanız 5-5.5 civarı almama nedeninizi göremiyorum.
Bir de GREyi anlamsızca önemsiyorlar, sınav odasına şeker, su bile almanız yasak. "Ulan yarıçapını verdiğin çemberin çevresini soruyosun sonra da CIA giriş sınavı havası yaratıyosun" geyiğini sınavdan sonraya saklayın. Veya da önceye; ama yapın bu geyiği.Yapmayanı almıyolarmış okullara.
O yüzden şu aralar üzerinde en çok zaman ayırdığım şey olan "master başvuruları" ile ilgili birkaç satır karalıyorum.
Alttaki maddeler tartışmaya açık olup, yine de belli bir yol haritası çizmesi bakımından göz önüne alınasıdır.
Avrupa'da bilimum okullara başvurmak için
1.Ne istediğinizi bilin.
Sırf "gitmiş olmak için" başvurmayın, eğer amacınız buysa iyi okulları denemeyin. Kazanabilirsiniz, evet, burs da bulursunuz, tamam; ama devam ettirmeniz zor olabilir. Master dedikleri olay Türkiye'deki gibi bütün gün yatalım akşam çalışırız mantığını aşıyor. 4-5 saatlik uykular, okunması ve anlaşılması gereken makaleler, lisanstan çok daha zorlu bir eğitim süreci sizi bekliyor. Sevmiyorsanız, "ya bunları nerde kullancaz ki" mantığını hâlâ aşamamışsanız hiç bulaşmayın. "Senin uğrunda çektiğim çile yalnızca sevinç olur bana" tandanslı bir Orhan Gencebay şarkısı yazarıysanız alt metne geçebilirsiniz. Bizim geçen yılın bölüm birincisini bile oflatıp puflatan bir eğitim anlayışından söz ediyoruz en nihayetinde.
2.Bütçenizden belli bir meblağı bu iş için hibe edeceğinizin farkında olun.
Application fee (başvuru ücreti), kimi belgelerin mektup yoluyla yollanması, TOEFL-GRE formatındaki sınavlara giriş ücreti, sınav sonuçlarının ilgili okullara yollanması derken hiç de azımsanamayacak bir tutarı okullara akıtacağınız acı bir gerçek. Şöyle ortalama bir okulu ele alalım:
Başvuru Ücreti: (Benim başvurduğum çoğu okulda başvuru ücreti yoktu; ama İngiltere'nin üst düzey okulları -Cambridge, LSE, Oxford, vs.- 30 pound civarı takarlar size)
Belgelerin Yollanması: Online başvurunun yanı sıra hardcopy belgeyi adresine postalamanızı isteyen okullar da mevcut; Bilkent'te DHL'in kampanyası olduğu için burayı 20 tl tutarında alıyorum.
TOEFL sonucunun gönderilmesi: ETS bu yıl her bir sonuç için 17$ aldı.
GRE sonucunun gönderilmesi: GRE sınavının sonunda bedava sonuç gönderilebilecek 4 okul seçebiliyorsunuz, bu listede olmayan bir okul için ekstradan 23$ ödemeniz gerekiyor.
Burada yaklaşık 200 tl hesapladık; ama gözünüz korkmasın. Çoğu okul başvuru ücreti almıyor, hardcopy belgeyi ancak kabul edilirseniz bekliyor, TOEFL-GRE sonuçlarınızı da scan ettirip başvurunuza ekliyorsunuz.
3.Referanslarınızı bollayın.
Avrupa'daki okullar genelde 2 referanstan fazlasına tamah etmez. (Oxford bu konuda istisnasını koruyup 3e göz diker). Siz sakın işi ikiyle sınırlamayın; üç, hatta dört kişiye gidip referans dilenin. Hatta "hayatta vermez" diye düşündüklerinizin bile kapısını çalın. (Akademik hayatın ne getireceği belli olmuyor) Hiç ummadığınız insanlardan aldığınız onay güveninizi yerine getirebilir. Ayrıca başvuru sürecinde hocaların "ay çok işim vardı yazamadım", "5ten fazla okula referans göndermem" "xxx bölümü sana uygun değil yazma orayı" gibi baskılarına maruz kalmaz, referanslarınızı istediğiniz gibi kombine edersiniz.
4.Referanslar Continued
Hocalara gittiğiniz zaman mıymıy konuşmayın, bir dosyaya transkriptinizi, statement of purpose'unuzu, başvurmayı düşündüğünüz okulların bir listesini, TOEFL-GRE-GMAT sonuçlarınızı koyarak gidin. Araştırmanızı önceden yapmış olun. Bu tip bir ön çalışma size hem artı puan kazandırır hem de görüştüğünüz kişinin size daha spesifik yardımlarda bulunmasını sağlar. "Ben Avrupa istiyorum" demekle "Ben Robotik çalışmak istiyorum ve sanırım en iyi üniversite Munchen" demek arasındaki farkı herkes görür. Zaten hocanız da referans yazarken bu dosyadaki belgelere başvuracağından siz eşeğinizi sağlam kazığa bağlamış olursunuz.
5.Pasaport işlemlerine başlayın:
Çoğu Avrupa üniversitesi başvuru sırasında vize işlemleri ve daha fazlası için sizden geçerli bir pasaport numarası isteyebilir. (Fransa'da bazı okullar pasaportunuzun fotokopisinin scanini bile bekler) "Pasaportum yok" diyip de sıkıntıya girmemek için baştan halledin.
6.TOEFL-GRE
TOEFL sınavı neredeyse her bölüm için elzem. Başvurulan bazı programlar eğitim dili İngilizce olan okullarda okumayı yeterli kabul etse de, genel eğilim şöyle kelli felli, tüm dünyaca kabul gören bir dil-yeterlilik belgesinin varlığına kaymakta. Amerikan okulları ağırlıklı olarak TOEFLı gösterirken İngiltere'de karşınıza IELTS de çıkabilir. Ben sadece TOEFLa girdiğim için karşılaştırma yapamıyorum ama internetteki yorumlarda IELTS'in daha kolay olduğu, ve özellikle Speaking bölümünde TOEFL gibi makinaya konuşturmak yerine karşınıza kanlı canli bir insan evladı geçtiği için daha hümanist takıldığı yazıyor. Karar sizin.
Mühendislik fakülteleri öyle harikalar yaratmanızı beklemeyebilir; internet-based test üzerinden 90ı alsanız yeter de artar. Sosyal bilimler biraz daha fazlasını ister, birçok üniversitenin eşiği 100.
Bazı üniversiteler kriterleri detaylandırarak 4 bölümden (Okuma, Yazma, Konuşma ve Dinleme) 30 üzerinden en az 25 almanız gerekliliğini de eklerler. Mesela 3 bölümden 30u bastınız ama bir tanesi 10; 100ü tuttursanız bile başvuru kriterlerini tamamlamış olmazsınız.
Bu konuda karşılaştığım iki ekstrem örnek Oxford ve Cambridge. (Büyük oynamak değil, 'du bakalım nolcak' acaba mantığıyla başvurdum). Oxford MPhil Economics başvuruları için başvuru kriterini 100 alıyor; fakat "önerilen" TOEFL sonucunun da 109un üstünde olmasından dem vuruyor. Kısacası 'biz oraya o 100ü sen sevin, başvur, bize belli bir miktar başvuru parası öde diye yazdık ama seni almayacağız bilesin' diye indirekt mesajını basıyor. Cambridge daha dobra: Minimum puan 110 olmalı ve her bir bölümden en az 25 yapılmalı. 109 mu aldın? Elveda.
TOEFL için verebileceğim öneriler: Çalışın. İngilizce eğitim veren bir okulda tüm gününüz dersleri dinlemek, sunumlar yapmak, makaleler okuyup-yazmak olsa da sınavdan birkaç gün önce birkaç kitaba göz gezdirmekta fayda var.
Orijinal kitap almak yersiz. Arkadaşlarınızın kaynaklarından yararlanın, internetin illegal downloading kabiliyetini kullanın. Torrent sitelerinde yüzlerce çalışma paketi var.
Eksiğinizi belirleyin ve ona göre çalışın. Özellikle yazı bölümü zorlayabiliyor. (Birini 45 dakika, diğerini 1 saat içinde yazmanız gereken iki makale konunuz olacak). Çeşitli "phrase"leri öğrenin: Hence, Nevertheless, "it has been widely assessed" gibi lafları bilip yerleştirmek makalenize hava katabilir, bu tip kelimelerin olduğu listelere şöyle bir göz gezdirin. (Ezberlemeyin)
Çıkabilecek makale konularıyla ilgili alıştırma yapın.
Typing hızınızı geliştirmeye çalışın.
İngilizce klavyeye alışın; sınav süresince Türkçe klavye kullandırtmıyorlar noktanın virgülün yeri de haliyle karışıyor.
Ankara insanları (Behzat Ç'ciler) da sınav yeri olarak TOBBu tercih etsinler. Atılım'da girdiğim sınavda ben daha listeningi yaparken yanımdaki eleman speakingde bocalıyordu. İnsanın konsantrasyonu sürünüyor haliyle.
GREye gelince, Verbal kısmı rezalet. Bir arkadaşımın dediği gibi "binaenaleyh-mamafih" arasındaki ilişki aşağıdakilerden hangisinde vardır tandanslı sorularla dolu. Zaten neredeyse tüm okullar bu kısmı hiç kaale almadan sadece Quantitative ve Analytical Writing bölümlerindeki performansınıza bakıyor. Eğer Amerika'da Amerikan Dili ve Edebiyatı falan çalışmayacaksanız hiç ezberlemeye falan kasmayın, başaramazsınız zaten.
Mantıklı sıkma yeteneğinize güvenin. Ben GRE'de karşılaştığım "asundered" kelimesinin anlamını Sunderland'den çözmüştüm, bu tip beyin fırtınaları yardımcı olabiliyor. Hiç mi bilemediniz, atın gitsin.
Quantitative kısmı kolay görünebilir, ülkemiz ortalama ortaokul öğrencisine sorulan matematik problemi kıvamında. Yine de terimlerin ingilizcelerinde sıkıntı oluşabilir; radius, diameter, circumference gibi laflara aşina olun. Amerikalıların ölçü birimleri de farklı olduğundan çevrimleri de iyi bilin. İyi okulların her zaman tam puan istediğini düşünürsek 1 yanlış bile sizi çok geriye atabilir. (Harvard'a bakmıştım, 800 üzerinden 797 falan istiyolardı)
Analytical Writing kısmına da çalışmak lazım tabi, ben TOEFLdan gelen gazla pek çalışmamıştım; 4.5 aldım (6 üzerinden). Şöyle yine 4-5 saatinizi verip 2-3 pratik yaparsanız 5-5.5 civarı almama nedeninizi göremiyorum.
Bir de GREyi anlamsızca önemsiyorlar, sınav odasına şeker, su bile almanız yasak. "Ulan yarıçapını verdiğin çemberin çevresini soruyosun sonra da CIA giriş sınavı havası yaratıyosun" geyiğini sınavdan sonraya saklayın. Veya da önceye; ama yapın bu geyiği.Yapmayanı almıyolarmış okullara.
Wednesday, February 16, 2011
Bana Biraz Kendinden Behzat Ç.
Bunu Temmuz 2010 gibi yazmıştım, okudum beğendim, nostalji kafasıyım zaten.
N'nin elini hangi işe atsa kotaracak karakterde bi arkadaşı var; yağmurlu havalarda bile çamursuz pırıl pırıl ayakkabılarla gezinen, üstüne hiç yemek dökmeyen-gillerden. Amerika'dan kullanma kılavuzunun Atlas Vazgeçti ile aynı kalınlıkta olduğunu düşündüğüm -çünkü birsürü özellik saydı, ben de hiçbirinden anlamadığım için kafa salladım bi yandan da 'uff vazgeçtim Arcticlerden MGMT gelsin Türkiye'ye noolur noolur' diye içimden dua ettim- bi kamera almış; içinde vblog, miniklip, vimeo gibi kelimelerin geçtiği cümleler kurdu.
Bu "zengin hobilenmesi" çok garip bi şey. Şimdi mesela çocuk evde oturmuş Heath Ledger'ın Nick Drake için çektiği klibi izliyo -hadi daha egzantrik ve güncel olsun, Scorsese'nin müzik belgeselleri diyelim- "ya aynısını ben de yaparım nedir ki" diye gaza gelip, ertesi gün TeknoSa'dan gerekli materyali çat diye alıyo. Veya ne bileyim, Iron Maiden live at Donnington DVD'si (bizim gibi torrent usulü değil, orijinal) onda adeta bi Steve Harris olma arzusu doğuruyor; iki gün sonra lank, en yeni model bas gitarı almış penayla Fender düdüklemekte. Bi de "kızlar hoşlanıyomuş abi"ci gitaristler var; hayatında bu olaya girmeyenle George Michael'la özel seanslar ayarladık Jesus to a Child eşliğinde.
Böylesine kolay erişilmesinden midir nedir, bu hobilerin bir hayat tarzı olarak devam ettiğini hiç görmedim ben. İki hafta o hobi materyalleri ellerde folloş oluyo, sonra da gençler Steve Harris'in uzaktan yakınından geçmeyen bir Aytek Çakıroğlu (kafadan salladığım bir addır, dünyanın tüm Aytek Çakıroğullarını tenzih ederim) olduklarını anlayınca, o allah bilir kaç paraya alınan gitarlar, kameralar, evin çatı katına terk edilesi. (bir ayağın amerikada olması belirteci olarak çatı katı depo olarak kullanılan ev)
Mesela benim kuzenimin eşi var, çok can bi insan aslında; bi gün gaza geldi eve davul seti alalım diye, hatta beni de çağırdılar, gittik 2-3 saat Ziljdian mı İstanbul mu, Tama'nın sesi teneke gibi çıkıyo, Lars Ulrich mi mıyk hiç sevmem-yalan- muhabbetinden sonra onların evine gayet göz alıcı bir bateri alanı kurdurduk. Hani deneyimlerimden biliyorum, o seti sen bi Anadolu Lisesi öğrencisine ver; o ergen hormonal haliyle bile hayatın tüm dünyevi zevklerine doyar; çünkü normalde yumurta kabuğuyla, leğenle, abisinin eski öss kitabıyla falan çalmaya çalışıyor Metallica'yı, sonra da okul şenliklerinde boy gösterme telaşında garibim. Neyse işte böyle bi iki hafta kadar çalıştı çabaladı o davulun başında sonra tık.
Onları ne zaman ziyaret etsem- ki bi süre bu çok fazlaydı- hiç davulun mevzubahsi açılmıyodu, oturup film falan izliyoduk evde. Ben başlarda böyle ilgili müzikal kuzen olarak "ee nası gidiyo davul?" diye soruyodum, o da yarım ağız bahaneler sıralıyodu "şundan dolayı çok çalışamıyorum" "tırnağımın ucunda syphillus cardiomaphetus olmasından şüphelendiğimden elime almıyorum bageti" gibilerinden; ben de artık sormamaya başladım. Zaten bi süre sonra salonda kocaman bir org görünce, tamam dedim kendi içimden, zengin hobilenmesi bu olsa gerek. Onu da çalmadı; bütün gün Facebook'ta Farmville oynuyodu en son.
Herneyse, benim dünyada en sevdiğim şey insanları yok yere gaza getirip durumun sonuçlarını izlemek olduğundan, dedim ki ne duruyorum hala içimde tevekkül halinde ("ya ne MGMT'si Arcticler gelsin mühü"). NME'de bir iki ay önce bu tip bir ilan vardı, işte video çekip editleyen, müzikle ilgilenen stajyerler alıyolardı, bi düşünsene diye başladım, "artık bize Arctics biletleri gönderirsin ahauah" diye enseye şaplak yancı bi konumda bitirdim konuşmamı; o da gaza geldi baya, dedi ki hadi klip çekelim.
Ben de işsizlikten midir, aşırı sıcaklardan mı, bi türlü Marmaris'e gidememekten mi, "tamam" dedim; sonra demesin mi bu "Facebooka koyarız"
Ya arkadaşım bi kere benim Facebook accountum -artık- yok; bi de bu mu yani senin amacın? Klip çekeyim facebook'a koyayım diye mi bayıldın onca parayı? Kızlar like etsin "bebişim çogzel çekmişin beni de çeksene ihihihi" diye yorum yapsın diye ki en sevmediğim şey olduğu bilinir. Bizim dandirik klip "Facebook kaldırıyo ama ben tekrar koyuyorum KESİN İZLE! xD" diye mi yayınlancak?- Bizim diye de hemen sahiplenmem gözlerden kaçmasın adeta bir showbiz insanıymışım-
N'in arkadaşının gözümde bi yeri olmuştu, hatta çok kısa bi süreliğine "şimdi o NME'de çalışır ben de Londra'da okurken birlikte yaşarız akşamları da ona verilen bedava giglere gider eğleniriz" diye hayal bile kurmuştum; ama son beyan adeta darbe vurdu gönlüme. Eski halime bi fiskede geri döndüm. ("Arctic Monkeys, ne duruyorsun, Türkiye'ye gelsene, Türkiye'ye gelsene")
Şahsen ben Martin Scorsese'nin Mick Jagger'a "Mick sen konuş şimdi kameraya, sonra ben Facebook'ta paylaşınca hemen like et tamam mı?" diye sorduğunu sanmıyorum; sorduysa da yazıklar olsun Martin, zaten filmlerinde ya Leonardo DiCaprio ya Robert de Niro oynuyor, hiç istihdam kaynağı değilsin Hollywood için.
-Bunu duyan Scorsese bana açıkça Woody Allen ve Tim Burton'u muhatap gösterse ağzımdan tek kelime de çıkmaz-
Böyle senaryo falan yazdık; ama hiç içimde değil açıkçası o klip denen şey. Tamam, kamera karşısında jojobalığımdan çıkıp adeta bi Leighton Meester özgüvenine ulaştığımı herkes bilir; ama facebook ne ya? Zengin hobisi işte. Benim tam gaza gelip bütün ihtişamımla "çek beni yiğidim kamerana" diye boylu boyuna uzandığım anda (aha sexual innuendoma gel), sıkılır tavan arasına atar o kamerayı. Öyle kalakalırım ben de.
Facebook dedi hayvanat. Sana benim ölmüş telefonumun kamerası bile çok.
Aylar sonra gelen edit: O klip hiç çekilmedi.
N'nin elini hangi işe atsa kotaracak karakterde bi arkadaşı var; yağmurlu havalarda bile çamursuz pırıl pırıl ayakkabılarla gezinen, üstüne hiç yemek dökmeyen-gillerden. Amerika'dan kullanma kılavuzunun Atlas Vazgeçti ile aynı kalınlıkta olduğunu düşündüğüm -çünkü birsürü özellik saydı, ben de hiçbirinden anlamadığım için kafa salladım bi yandan da 'uff vazgeçtim Arcticlerden MGMT gelsin Türkiye'ye noolur noolur' diye içimden dua ettim- bi kamera almış; içinde vblog, miniklip, vimeo gibi kelimelerin geçtiği cümleler kurdu.
Bu "zengin hobilenmesi" çok garip bi şey. Şimdi mesela çocuk evde oturmuş Heath Ledger'ın Nick Drake için çektiği klibi izliyo -hadi daha egzantrik ve güncel olsun, Scorsese'nin müzik belgeselleri diyelim- "ya aynısını ben de yaparım nedir ki" diye gaza gelip, ertesi gün TeknoSa'dan gerekli materyali çat diye alıyo. Veya ne bileyim, Iron Maiden live at Donnington DVD'si (bizim gibi torrent usulü değil, orijinal) onda adeta bi Steve Harris olma arzusu doğuruyor; iki gün sonra lank, en yeni model bas gitarı almış penayla Fender düdüklemekte. Bi de "kızlar hoşlanıyomuş abi"ci gitaristler var; hayatında bu olaya girmeyenle George Michael'la özel seanslar ayarladık Jesus to a Child eşliğinde.
Böylesine kolay erişilmesinden midir nedir, bu hobilerin bir hayat tarzı olarak devam ettiğini hiç görmedim ben. İki hafta o hobi materyalleri ellerde folloş oluyo, sonra da gençler Steve Harris'in uzaktan yakınından geçmeyen bir Aytek Çakıroğlu (kafadan salladığım bir addır, dünyanın tüm Aytek Çakıroğullarını tenzih ederim) olduklarını anlayınca, o allah bilir kaç paraya alınan gitarlar, kameralar, evin çatı katına terk edilesi. (bir ayağın amerikada olması belirteci olarak çatı katı depo olarak kullanılan ev)
Mesela benim kuzenimin eşi var, çok can bi insan aslında; bi gün gaza geldi eve davul seti alalım diye, hatta beni de çağırdılar, gittik 2-3 saat Ziljdian mı İstanbul mu, Tama'nın sesi teneke gibi çıkıyo, Lars Ulrich mi mıyk hiç sevmem-yalan- muhabbetinden sonra onların evine gayet göz alıcı bir bateri alanı kurdurduk. Hani deneyimlerimden biliyorum, o seti sen bi Anadolu Lisesi öğrencisine ver; o ergen hormonal haliyle bile hayatın tüm dünyevi zevklerine doyar; çünkü normalde yumurta kabuğuyla, leğenle, abisinin eski öss kitabıyla falan çalmaya çalışıyor Metallica'yı, sonra da okul şenliklerinde boy gösterme telaşında garibim. Neyse işte böyle bi iki hafta kadar çalıştı çabaladı o davulun başında sonra tık.
Onları ne zaman ziyaret etsem- ki bi süre bu çok fazlaydı- hiç davulun mevzubahsi açılmıyodu, oturup film falan izliyoduk evde. Ben başlarda böyle ilgili müzikal kuzen olarak "ee nası gidiyo davul?" diye soruyodum, o da yarım ağız bahaneler sıralıyodu "şundan dolayı çok çalışamıyorum" "tırnağımın ucunda syphillus cardiomaphetus olmasından şüphelendiğimden elime almıyorum bageti" gibilerinden; ben de artık sormamaya başladım. Zaten bi süre sonra salonda kocaman bir org görünce, tamam dedim kendi içimden, zengin hobilenmesi bu olsa gerek. Onu da çalmadı; bütün gün Facebook'ta Farmville oynuyodu en son.
Herneyse, benim dünyada en sevdiğim şey insanları yok yere gaza getirip durumun sonuçlarını izlemek olduğundan, dedim ki ne duruyorum hala içimde tevekkül halinde ("ya ne MGMT'si Arcticler gelsin mühü"). NME'de bir iki ay önce bu tip bir ilan vardı, işte video çekip editleyen, müzikle ilgilenen stajyerler alıyolardı, bi düşünsene diye başladım, "artık bize Arctics biletleri gönderirsin ahauah" diye enseye şaplak yancı bi konumda bitirdim konuşmamı; o da gaza geldi baya, dedi ki hadi klip çekelim.
Ben de işsizlikten midir, aşırı sıcaklardan mı, bi türlü Marmaris'e gidememekten mi, "tamam" dedim; sonra demesin mi bu "Facebooka koyarız"
Ya arkadaşım bi kere benim Facebook accountum -artık- yok; bi de bu mu yani senin amacın? Klip çekeyim facebook'a koyayım diye mi bayıldın onca parayı? Kızlar like etsin "bebişim çogzel çekmişin beni de çeksene ihihihi" diye yorum yapsın diye ki en sevmediğim şey olduğu bilinir. Bizim dandirik klip "Facebook kaldırıyo ama ben tekrar koyuyorum KESİN İZLE! xD" diye mi yayınlancak?- Bizim diye de hemen sahiplenmem gözlerden kaçmasın adeta bir showbiz insanıymışım-
N'in arkadaşının gözümde bi yeri olmuştu, hatta çok kısa bi süreliğine "şimdi o NME'de çalışır ben de Londra'da okurken birlikte yaşarız akşamları da ona verilen bedava giglere gider eğleniriz" diye hayal bile kurmuştum; ama son beyan adeta darbe vurdu gönlüme. Eski halime bi fiskede geri döndüm. ("Arctic Monkeys, ne duruyorsun, Türkiye'ye gelsene, Türkiye'ye gelsene")
Şahsen ben Martin Scorsese'nin Mick Jagger'a "Mick sen konuş şimdi kameraya, sonra ben Facebook'ta paylaşınca hemen like et tamam mı?" diye sorduğunu sanmıyorum; sorduysa da yazıklar olsun Martin, zaten filmlerinde ya Leonardo DiCaprio ya Robert de Niro oynuyor, hiç istihdam kaynağı değilsin Hollywood için.
-Bunu duyan Scorsese bana açıkça Woody Allen ve Tim Burton'u muhatap gösterse ağzımdan tek kelime de çıkmaz-
Böyle senaryo falan yazdık; ama hiç içimde değil açıkçası o klip denen şey. Tamam, kamera karşısında jojobalığımdan çıkıp adeta bi Leighton Meester özgüvenine ulaştığımı herkes bilir; ama facebook ne ya? Zengin hobisi işte. Benim tam gaza gelip bütün ihtişamımla "çek beni yiğidim kamerana" diye boylu boyuna uzandığım anda (aha sexual innuendoma gel), sıkılır tavan arasına atar o kamerayı. Öyle kalakalırım ben de.
Facebook dedi hayvanat. Sana benim ölmüş telefonumun kamerası bile çok.
Aylar sonra gelen edit: O klip hiç çekilmedi.
Thursday, January 27, 2011
Olası Google Staj Sorusu. Veya Insert Relevant Sezen Aksu Şarkısı Here
Soru 275:
A ve B şehirlerinde durmakta ve umulduğu üzere birbirini beklemekte olan iki şahıs bir türlü ortada buluşamıyor. Bu durum ne zaman sona erir, açıklayınız.
Cevap:
A kızımız, parayı dert ediyor gibi görünebilir. Öğrenci bütçesi, ekonomi, "recent global crisis"in nesnelikten özneliğe yatay geçiş yaptığı cümleler kurarak muhabbetini sıkıcılaştırabilir. Para biriktirdiğini ima ederek Ramsey kuralına selam çakabilir.
Dersleri, başvuruları, yapılacak işleri de araya sıkıştırarak bahanesini zenginleştirebilir. Kendini çok dolu ve sosyal göstererek B oğlumuzun saygısını ve merakını kazanır. Evde oturup günün dizisini izlemek yerine x okulunun MSc Economics (application fee yoksa da MSc Developmentla ilgili herhangi bir konu) bölümüne başvuran kıza içsel bir bağlılık kazanabilir.
Okulun bitmiş olması ama aslında bitmiyor da olabileceği sorunsalını uzun uzun anlatabilir A kızımız. Telefonda tabi. Uzun süre eye-to-eye contact içeren muhabbetin gramer kurallarını çiğneyip geçeceğini bildiğinden ahizenin diğer ucunda Süleyman Demirel varmışçasına duygusuz ve formal anlatır durumunu.
B oğlumuzu okumak mümkün değil. Okuyabilsek zaten bazı şeyleri çözüp, bazı egzantrik görünümlü kavramları içselleştireceğiz; her şeyin gizemde saklı olduğunu Harry Potter'ı bestseller yaparak öğrenmiştik zaten.
Ki bu bizi aslında sorunun doğru cevabına getirir.
Evet bahaneler çoktur, "akşam işim var", "ya para biriktiriyorum zamanım yok", "blahblahtan dolayı blahblah olması gerek"lerin lugatta yeri azımsanamaz, herkes ömrünün belli bi kısmını bu bahaneleri karşıya ikna etme çabası adı altında sıralamıştır zaten. Advanced to Bahane-Making 443 dersini A ile geçmişizdir.
Yine de bir Angutyus klasiği olarak bilen bilir, isteyen yapar, Babam ve Oğlum'un pek ağlatan sahnesi de Çağan Irmak'ın hayalgücünden bir perde değildir sadece.
Tek nedeni, her şeyin, bütün o bahaneler arasında, gizemi korumaktır. O zorla tutturulmuş balansı bozmamak; beklentilerin geleceği karartmasını engellemektir.
Bir ses tonuyla yaratılan imajın geçirilen 1 hafta ile bozulmasını önlemek.
Kalbin içinde uçan kelebeğin, uzun ömürlü ilişkilerde ölümünü izlemekten hunharca kaçınmak.
Bu yüzden A ile B belki artık dayanamayacak safhaya (Resosfer) eriştiklerinde, birbirlerine belli kilometre hızlarda yaklaşır, muhtemelen de yapılan basit bir plan sonrası ya A ya da B'de herhangi bir semtte buluşurlar. Yine de zaman sonsuza da yakınsayabilir, o zaman bu ikisinin türevlerini L'Hospital'le değil; ikili ilişkilerin gizemiyle çözmek bize çok daha üretken ve anlamlı bir sonuç verir.
A ve B şehirlerinde durmakta ve umulduğu üzere birbirini beklemekte olan iki şahıs bir türlü ortada buluşamıyor. Bu durum ne zaman sona erir, açıklayınız.
Cevap:
A kızımız, parayı dert ediyor gibi görünebilir. Öğrenci bütçesi, ekonomi, "recent global crisis"in nesnelikten özneliğe yatay geçiş yaptığı cümleler kurarak muhabbetini sıkıcılaştırabilir. Para biriktirdiğini ima ederek Ramsey kuralına selam çakabilir.
Dersleri, başvuruları, yapılacak işleri de araya sıkıştırarak bahanesini zenginleştirebilir. Kendini çok dolu ve sosyal göstererek B oğlumuzun saygısını ve merakını kazanır. Evde oturup günün dizisini izlemek yerine x okulunun MSc Economics (application fee yoksa da MSc Developmentla ilgili herhangi bir konu) bölümüne başvuran kıza içsel bir bağlılık kazanabilir.
Okulun bitmiş olması ama aslında bitmiyor da olabileceği sorunsalını uzun uzun anlatabilir A kızımız. Telefonda tabi. Uzun süre eye-to-eye contact içeren muhabbetin gramer kurallarını çiğneyip geçeceğini bildiğinden ahizenin diğer ucunda Süleyman Demirel varmışçasına duygusuz ve formal anlatır durumunu.
B oğlumuzu okumak mümkün değil. Okuyabilsek zaten bazı şeyleri çözüp, bazı egzantrik görünümlü kavramları içselleştireceğiz; her şeyin gizemde saklı olduğunu Harry Potter'ı bestseller yaparak öğrenmiştik zaten.
Ki bu bizi aslında sorunun doğru cevabına getirir.
Evet bahaneler çoktur, "akşam işim var", "ya para biriktiriyorum zamanım yok", "blahblahtan dolayı blahblah olması gerek"lerin lugatta yeri azımsanamaz, herkes ömrünün belli bi kısmını bu bahaneleri karşıya ikna etme çabası adı altında sıralamıştır zaten. Advanced to Bahane-Making 443 dersini A ile geçmişizdir.
Yine de bir Angutyus klasiği olarak bilen bilir, isteyen yapar, Babam ve Oğlum'un pek ağlatan sahnesi de Çağan Irmak'ın hayalgücünden bir perde değildir sadece.
Tek nedeni, her şeyin, bütün o bahaneler arasında, gizemi korumaktır. O zorla tutturulmuş balansı bozmamak; beklentilerin geleceği karartmasını engellemektir.
Bir ses tonuyla yaratılan imajın geçirilen 1 hafta ile bozulmasını önlemek.
Kalbin içinde uçan kelebeğin, uzun ömürlü ilişkilerde ölümünü izlemekten hunharca kaçınmak.
Bu yüzden A ile B belki artık dayanamayacak safhaya (Resosfer) eriştiklerinde, birbirlerine belli kilometre hızlarda yaklaşır, muhtemelen de yapılan basit bir plan sonrası ya A ya da B'de herhangi bir semtte buluşurlar. Yine de zaman sonsuza da yakınsayabilir, o zaman bu ikisinin türevlerini L'Hospital'le değil; ikili ilişkilerin gizemiyle çözmek bize çok daha üretken ve anlamlı bir sonuç verir.
Monday, January 17, 2011
Fall'a Michaelmas Diyen Okul Tipi
Bir yandan Phil Collins dinleyip bir yandan da özlem duyulanlar kafilesi ile IT'nin son nimetlerinin tadını çıkarırken başvurduğum okullardan bir tanesi yıllardır Fall olarak bilinegelmiş döneme Michaelmas dediği zaman neyle başetmeye çalıştığımı anladım.
Umudum var mı yok mu bilmiyorum; ama bir formaliteyi yerine getirmiş olmanın, "ben elimden geleni yapayım da gerisi Allaha kalmış"çı tevekkülün eseri olduğum apaçık ortada.
Ortalaması takriben 3.2 sularında gezinen bi arkadaşın "ben kesin Warwick'e kabul alırım" özgüveni ise beni ya kendi pesimizmimi gözden geçirmeme, ya da onun akademik dünyaya olan bu naif bakışına ah etmeme yarıyor.
Geleceğin belirsiz; şimdinin korkuları erteleyerek geçtiği, geçmişin ise nispeten umutlu göründüğü zamanlarımı ise Skins izleyip gerçeklikten kaçarak geçiriyorum. Ama ne yazık ki 4 sezonun her biri 10ar bölümden oluşuyor, Chris Miles ve Freddie McClair isimleri de mezar taşlarının üzerine kazınmış. Panda'yla Thomas'ın Harvard'a kabul alması yüzümde hüzünlü bir gülümsemeden ötesini uyandırmıyor.
Yine de dünyaya dönüp Fall döneminin Michaelmas olarak adlandırıldığı okullara geçmişimi anlatıyorum; bu süreçte de bana ne yapmam gerektiğini takır takır anlatan Erinç hocaya, zırt pırt mail atıp "daha başvurmadın mı" diye beni iteleyen Bilin hocaya, beni sadece 1 dönem tanımasına rağmen referanstan çekinmeyen Refet hoca'ya teşekkürü bir borç biliyorum.
Bir sonraki hezeyana kadar,
Phil Collins- Easy Lover
Umudum var mı yok mu bilmiyorum; ama bir formaliteyi yerine getirmiş olmanın, "ben elimden geleni yapayım da gerisi Allaha kalmış"çı tevekkülün eseri olduğum apaçık ortada.
Ortalaması takriben 3.2 sularında gezinen bi arkadaşın "ben kesin Warwick'e kabul alırım" özgüveni ise beni ya kendi pesimizmimi gözden geçirmeme, ya da onun akademik dünyaya olan bu naif bakışına ah etmeme yarıyor.
Geleceğin belirsiz; şimdinin korkuları erteleyerek geçtiği, geçmişin ise nispeten umutlu göründüğü zamanlarımı ise Skins izleyip gerçeklikten kaçarak geçiriyorum. Ama ne yazık ki 4 sezonun her biri 10ar bölümden oluşuyor, Chris Miles ve Freddie McClair isimleri de mezar taşlarının üzerine kazınmış. Panda'yla Thomas'ın Harvard'a kabul alması yüzümde hüzünlü bir gülümsemeden ötesini uyandırmıyor.
Yine de dünyaya dönüp Fall döneminin Michaelmas olarak adlandırıldığı okullara geçmişimi anlatıyorum; bu süreçte de bana ne yapmam gerektiğini takır takır anlatan Erinç hocaya, zırt pırt mail atıp "daha başvurmadın mı" diye beni iteleyen Bilin hocaya, beni sadece 1 dönem tanımasına rağmen referanstan çekinmeyen Refet hoca'ya teşekkürü bir borç biliyorum.
Bir sonraki hezeyana kadar,
Phil Collins- Easy Lover
Subscribe to:
Posts (Atom)